7 Aralık 2019 Cumartesi

Beni Kör Kuyularda - Hasan Ali Toptaş


Hasan Ali Toptaş bir mevsim olsaydı kesinlikle “kış” olurdu. Hem de atalarımızın zemheri dediği, yüreğimizi çatır çatır çatlatan, iliklerimize kadar üşüten, hiçbir yün çorabın ayaklarımızı ısıtamayacağı türden…

Ve ben, kelimeleriyle insana kara kışı yaşatan bu yazarı sürekli okuyup yüreğimi sıkıştırma halinden vazgeçemiyorum.

Bende de bir “seyir merakı” var demek ki… İçimdeki kör kuyunun başında dibi görmeye uğraşıyorum. Bazen çok derinlerden bir ses geliyor, seviniyorum. Ta ki kendi sesimin bir yankısı olduğunu anlayana kadar.
Evet bende de bir seyir merakı var lakin kendi kuyumu seyrediyorum. Oysa “Beni Kör Kuyularda” kitabında başkalarının acılarını seyretmekten zevk alan hatta bundan vazgeçemeyen insanların hikâyesi var.

Yine tipik bir HAT romanıyla karşı karşıyayız. Ama yazar gün geçtikçe dilini sadeleştirip, etkisini derinleştirmiş olacak ki bu kitabı daha da kolay okunuyor.
Okunması kolay ama anlaşılması biraz çaba istiyor. Mesela romanı okurken “Güldiyar’ın başına ne geldi?” sorusuna takılırsanız asıl meseleyi kaçırırsınız.
Ne Güldiyar’ın başına ne geldiğine ne de gözünden dökülen taşlara odaklanın. Güldiyar’ın gözünden dökülen taşları görmek için koşup koşup gelen,  Güldiyar’ın acısını bir rant kapısına çeviren insanlara dönün yüzünüzü. Ne geldi başına, niye geldi demeyin hiç. Güldiyar’ı suçlayacak bir ipucu arayıp vicdanlarınızı susturmaya çalışmayın.  Ve romandan çıkıp bakın etrafınıza, sosyal medyaya, televizyonlara… Başkasının acısından beslenen insanlar sadece roman kahramanı mı yoksa toplumun yeni var ettiği kanlı canlı bir tür mü?

Keşke sadece kitaplarda kalsa ama HAT aslında hayatın gerçeklerini kendine has o alegorik yöntemiyle, kimi zaman gözyaşlarını taşa dönüştürerek, kimi zaman umutları, duvar halısındaki geyiklerin canlanmasına bağlayarak, kimi zaman da doğruları, çıktığı ağaç dalında kumruya dönüşen bir meczubun ağzından ortaya döküyor.

Yoksulluğu, çaresizliği, yaşayan bir varlığa dönüştürmeyi çok iyi bilen HAT,  “Kayıp Hayaller Kitabı”, “ Sonsuzluğa Nokta” , “Bin Hüzünlü Haz” gibi olay örgüsünün bile anlatılması zor olan kitaplarına nazaran daha sade bir yola sokuyor okuru bu kitabında. Okurken beynimiz yorulmayacak ama Güldiyar’ın gözlerinden dökülen taşlar, yüreğimize oturacak. O minik minik taşlar büyüyecek büyüyecek, nefes borumuzu tıkayacak. Bu hayatta sessiz kaldığımız her bir haksızlık için bir taş düşecek avuçlarımıza kitaptan.

Okuması çok kolay olacak kitabı. Son cümleyle kitabı kapatıp kafamızı kaldırdığımızda, yerine yeni bir beden gelsin diye Güldiyar’ın küçücük bedeniyle birlikte göğe yükselen nice bedenler fark edeceğiz. Bazıları sokakta gördüğümüz, bazıları televizyonda izlediğimiz, bazıları üç günlük hafızalarımızda "hastaq"li bir isimden ibaret kalacak olan, bazıları ise hiç haberdar bile olmadığımız bedenler…

Kitabın içeriğiyle ilgili söyleyebileceklerim bu kadar ama bir de kitabın ismini konuşmak gerek. Toptaş’ın kitaplarına verdiği isimleri her zaman sevmişimdir. Sanırım Toptaş ne yapsa seveceğim. 😊

Bu kitabın ismini de sevdim çünkü “Beni Kör Kuyularda Merdivensiz Bıraktın” şarkısı da derin duygular uyandırır bende.

Şuracığa bir video bırakayım, siz de Timur Selçuk’un o güzel sesinden dinleyin bu şarkıyı.


Son olarak da Sosyal Edebiyat Dergisi'nin 19.sayısında çıkan hikayemin linkini de ekleyeyim. Blogumu okuyanlardan da bir yorum isterim hikaye ile ilgili.

"HALİME"

https://www.sosyaledebiyat.com/post/hali%CC%87me

8 Kasım 2019 Cuma

Hakkımda Bilmediğiniz 11 Şey Mimi


Ne zamandır blogger arkadaşların yaptığı mimleri görüp ben de yapmak istiyordum. Bu mimi Eğitim Pınarı'nın blogunda gördüm. Arkadaşın yazısına buradan ulaşabilirsiniz. Kendisine de teşekkür ediyorum. Ve işte benim cevaplarım: 

1. Kendinde sevmediğin özelliğin nedir?

Sanırım en sevmediğim özelliğim gereksiz şeylere fazla takılı kalmam. Özellikle bir başkasına söylediğim sözlerin yanlış anlaşılabileceği ihtimali hiç yakamı bırakmaz. Birine bir laf mı söyledim tüm gece düşünürüm, aslında öyle demek istemedim ama o beni şöyle mi anladı, kendimi yanlış anlattım galiba… Bu cümleler bazı olaylarda sabaha kadar kafamda döner durur. Çoğu zaman karşımdaki kişi ya beni hiç yanlış anlamamış olur ya da benim kadar düşünmemiş. Sabaha kadar bir hiç yüzünden kendimi meşgul etmem yanıma kâr kalır. Ama bir türlü de bu huyumu değiştiremem. En azından eskiye nazaran daha az alıngan bir insanım, belki bu huyum da ileride ( biraz daha büyüyünce J😊) değişir.

2. En büyük takıntın nedir?

Bariz yapılan dil bilgisi hatalarına tahammülüm yok.  Öyle ki, kitaplarını beğenerek okuduğum bir yazarın bir kitabının ilk sayfasında “şey” bitişik yazıldığı için kitabı bir türlü okuyamadım. Sayfayı açıp açıp geri kapattım. Ben de hatalar yapıyorum belki de gözümden kaçanlar oluyordur yazarken ama elimden geldiğince dikkat ediyorum.  Sırf bu yüzden “whatsapp” da doğru dürüst dedikodu bile yapamam arkadaşlarla. Ben yazdığım cümleyi dil bilgisi açısından inceleyene kadar arkadaşlar konu değiştirmiş olur çoktan. 😊

3. Kimsenin bilmediği bir sırrın var mı?

Sırrı olmayan yoktur herhalde diyerek kaçayım bu sorudan.

4. Hayattaki en büyük başarın nedir?

Kitaplarla dolu bir dünyamın olması ve kitaplara en az benim kadar düşkün bir çocuk yetiştiriyor olmak sanırım en büyük başarım. Umarım kızım kitaplara hiçbir zaman arkasını dönmez.

5. Seni en mutlu eden şey ya da şeyler nedir?

Bu soruyu 8-9 sene önce cevaplamış olsaydım çok farklı şeyler yazardım.  Denizi seyretmek derdim mesela, pencereden yağan yağmuru izlemek, puzzle yapmak, kitap okumak, müzik dinlemek… Şimdi ise kızımın bana sarılıp “seni seviyorum anne” demesi kadar hiçbir şey mutlu edemez beni.


6. En sevdiğin ünlü kim?

Ünlü deyince insanın aklına hemen şarkıcı falan geliyor ama benim için Hasan Ali Toptaş bir numaralı ünlüdür. Gönlümde apayrı bir yeri vardır Hasanım Ali’nin.

7. Şansa inanır mısın? Şans getirdiğini düşündüğün eşyan var mı?

Şansa inanırım ama şans getirdiğini düşündüğüm bir eşyam yok.

8. Hayalindeki meslek ve nedeni?

Hayalimdeki meslek sanırım emeklilik. 😊 Emekli olup sadece okumak ve yazmak istiyorum.

9. Kafan bozukken yaptığın şeyler nelerdir?

“Kafan bozukken” çok genel bir tabir. Yani eğer sinirliysem yalnız kalmak isterim. Eğer mutsuzsam, üzgünsem uyurum. Çok mutsuzsam eğer “Çalıkuşu” kitabını okurum. Belki ilginç gelecek ama ne zaman dibe çöksem Çalıkuşu beni yukarı çeker, mutlu eder hatta hayata döndürür.


10. En sevdiğin film ya da dizi.

Kitap seçimlerimle film seçimlerimin arasında dağlar kadar fark var. Kitap okurken cümleler uzadıkça, betimlemeler arttıkça mest olan, psikolojik tahlilleri, derin incelemeleri ve dramı seven ben film ya da dizi seyretmeye gelince hiç duygusallığa gelemiyorum. Filmlerde bir nebze dayanabilsem de bu tarz dizileri izleyemiyorum. Eskiden böyle değildim ama son yıllarda arttı bu düşüncelerim. Soruya gelirsek kaliteli komediyi ve bilim kurguyu severim. Ha bir de ailecek “Yeşilçam Filmleri”nin hastasıyız. Tosun Paşa, Mavi Boncuk, Neşeli Günler, Hababam Sınıfı, Süt Kardeşler… Yüzlerce kez izleyebilirim.

11. Kendine hangi sorunun sorulmasını isterdin ve cevabın ne olurdu?

En sevdiğin kitap hangisi diye sorulsun isterdim ki Çalıkuşu cevabını verebileyim.

Not: Ne zamandır bloga yazacağım hep unutuyorum. Sosyal Edebiyat Dergisi'nde yazdığım hikayelerden birinin linkini bırakıyorum. Bakalım blogumu takip edenler nasıl bulacak?

Hikaye: İki Saniye


6 Kasım 2019 Çarşamba

Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat - Stefan Zweig



Zweig hayranlığı gün geçtikçe artıyor ve artık neredeyse her platformda kitaplarını görebiliyoruz. Bunun bir sebebi Zweig’in başarısıysa diğer bir nedeni kitaplarının “novella” türünde olması. Yani öyküden uzun ama romandan kısa, bir iki günde bitirilebilecek kitaplar. Bu kitabı da diğer novellaları gibi iki günde bitirebilirsiniz.
Kitapta Henriette adında evli ve iki çocuklu bir kadının sadece bir gece gördüğü bir adamla kaçması üzerine, Bayan C.’nin hayatında kimseye bahsetmediği bir sırrı paylaşması anlatılıyor.

Henriette adını okur okumaz aklıma çok sevdiğim, tekrar tekrar okumaktan bıkmadığım “Vadideki Zambak” geldi. O kitapta Henriette sevdiği adama kavuşamamıştı ama Zweig’in kitabındaki Henriette, kocasını ve çocuklarını terk edip birkaç saat gördüğü bir adam için duygularının, ihtiraslarının belki de yanlışlarının peşinden gidiyor.

Hangisi doğruydu peki? Balzac’ın Henriette’si gibi yıllarca bir sevdaya emek verip karşılığında, sevdiğin adamın seni ruhen öldürmesine izin verecek hale gelmek mi ( ki ruhu ölünce bedeni de dayanamıyordu Henriette’nin) yoksa her şeyi göze alıp, mutlu olmadığın bir hayatın prangasıyla yaşamaktansa içindeki ateşin- ki o ateşin seni ısıtacağı mı kül edeceği mi bilinmezken- peşinden gitmek mi?

Bilemiyorum…
Hangisi daha doğru?
Bir ömür yaptığın şeyler için pişman olmak mı?
Bir ömür yapmadığın şeyler için pişman olmak mı?

Neyse kitabın asıl meselesi Henriette değil zaten. Bu olay asıl anlatılacak olana zemin hazırlıyor sadece.  Henriette böyle bir gecede kaçınca orada bulunan herkes bu olayla ilgili yorumlarda bulunuyor. Herkes acımasızca Henriette’yi suçluyor.

Bir kişi hariç.

Olayı Henriette açısından bakmaya çalışan birinin varlığı Bayan C.’ye uzun yıllar önce yaşadığı, kimselere anlatamadığı bir sırrı artık paylaşma cesareti verir. Ve Henriette’ye hak veren adama yani yazara başından geçenleri anlatır.

Kendinden genç, sadece oyun (kumar) oynarken gördüğü bir adama karşı beslediği hissin, merhametin nasıl aşka dönüştüğünü, yaşanılan 24 saatin sonunda her şeyini bırakıp, kumar masasında sadece ellerine bakıp hayran olduğu adamın peşinden nasıl gittiğini anlatır. Onu hayran bırakan ellerinin güzelliği değildir, Zweig burada adamın ellerini öyle bir anlatıyor ki o eller adamdan ayrı canlı iki varlığa dönüşüyor adeta. O anlatımla o ellerden etkilenmemek mümkün değil zaten.

Aslında kitabı bir kadının yaşamından yirmi dört saat olarak değil de bir insanın yaşamından yirmi dört saat olarak incelemeliyiz. Çünkü aynı duyguları bir erkeğin de hissedebileceğini, aynı tepkileri bir erkeğin de verebileceğini düşünüyorum. Yani kısaca bir insan bazen hiç sebepsiz, hayatında daha önce hiç yapmadığı şeyleri yapabilir. Hatta karşı olduğu, asla onaylamadığı durumların içinde bulabilir kendini. Bunun kadın ya da erkek olmakla bir ilgisi yok bence.

Siz hiç bile bile yanlış yola girmediniz mi mesela? Aklınızın bir köşesinde doğruyu bağıran bir ses varken, yüreğinizin o sıcacık fısıldamalarına kulak vermediniz mi hiç? Geçmişe dönüp baktığınızda nasıl bu hatayı yaptım ben dediğiniz andaki duygularınızı hatırlamaya çalışın. Yaptığınız yanlışlardan yanınıza kâr kalan hiç mi bir şey yok? İyi düşünün mutlaka vardır.

Kitaba dönersek, Henriette’nin sonunu bilmiyorum ama Bayan C.’nin sonu bizi yine baştaki soruya götürüyor.  Değer mi?

Değdi diyebileceğiniz yanlışlarınızın olması dileğiyle.


Not: Şu an “Gör Beni” kitabını okuyorum ama henüz kargoda olan, elime ulaşmasını dört gözle beklediğim başka bir kitabı daha önce yazacağım blogda büyük ihtimalle. Bilin bakalım hangi kitap?



19 Ekim 2019 Cumartesi

Aşkımız Eski Bir Roman - Ahmet Ümit


Ahmet Ümit ile ilk olarak İstanbul Hatırası kitabıyla tanışmıştım. Beyoğlu ’nun En Güzel Abisi, Beyoğlu Rapsodisi, Kavim, Bab-ı Esrar, Elveda Güzel Vatanım, Kırlangıç Çığlığı derken bir de baktım Başkomser Nevzat’ın hayranı olmuşum. Ahmet Ümit sayesinde polisiye romanları okumaktan zevk aldığımı fark ettim.  Çıkan her kitabını da hemen alıp okumaya çalıştım. Aşkımız Eski Bir Roman kitabı da çıktığından beri idefixteki sepetimde duruyordu. Yakın zamanda kitap fuarı olacağını bildiğim için almayı erteliyordum sadece. Fuar başlayınca hemen gidip aldım. Peki niye fuarı bekledin, daha uygun fiyata mı aldın derseniz, internet fiyatıyla bariz bir fark yok aslında. Sadece bu fuarda yeni bir yayın evinden Stefan Zweig’in birkaç kitabını çok çok uygun fiyata aldım. Henüz başlayamadım, umarım çevirisi beni hayal kırıklığına uğratmaz.

Neyse, Ahmet Ümit’in kitabını da roman zannederek almıştım. Ama kitap 3 hikayeden oluşuyor maalesef. Şeytan Ayrıntıda Gizlidir kitabının yorumlarını okuyanlar neden maalesef dediğimi anlamıştır zaten. Aslında hikaye okumayı severim, polisiye romanları da seviyorum ama polisiye hikayeler beni tatmin etmiyor. Hani okumasam da olur. Çünkü polisiyeyi ayrıntılar için okuyorum ben. Ayrıntılar arasında katili bulmak, cinayet sebebini tahmin etmek zevk veriyor. Oysa polisiye hikayelerde özellikle kısa hikayelerde daha olayın içine giremeden katil ortaya çıkıyor. Olaya şöyle bir kuş bakışı bakıp çıkıyor insan.

Tabii bu kitap 3 hikayeden oluştuğu için kısa hikayelerden bir nebze daha iyi ama bir romanın yerini tutmuyor.

Kitaptaki ilk hikaye, kitaba ismini de veren "Aşkımız Eski Bir Roman", aralarından en beğendiğim hikaye oldu. Siz nasıl hissediyorsunuz bilmiyorum ama ben okuduğum bir kitapta, daha önce okuduğum bir kitabın adını görünce anlamsız bir şekilde mutlu oluyorum. Bu hikayede de beğendiğim birçok kitap adını görmek hemen hikayeye bağladı beni.

Romanlarla, roman karakterleriyle bir cinayeti bağdaştırmak hiç aklıma gelmezdi doğrusu. Çalıkuşu’ nun Feridesi, Aşk-ı Memnu’ nun Bihter’i, Anna Karenina, Kürk Mantolu Madonna’ nın Maria Puder’i, Notre Dame’ın Kamburu’ ndaki Esmeralda , Agatha Christie… Sizce cinayeti kim işledi dersiniz? 

Öğrenmek için okumaya değer ama diğer hikayeler için bu kadar iddialı bir yorum yapamayacağım. Sadece son hikayede "Çehov’ un Silahı"* prensibinin sonuna kadar kullanıldığını söyleyebilirim.

Ahmet Ümit’i sevenler zaten okuyacaktır bu kitabı ama yazarı hiç okumamış olanlara öncelikli olarak tavsiye edebileceğim bir kitabı değil. İyi okumalar.



* Çehov der ki; eğer bir bölümde duvarda bir tüfek asılı olduğunu söylüyorsanız, ikinci ya da üçüncü bölümde o tüfek patlamalıdır. Eğer patlamayacaksa tüfek orada olmamalıdır. Ahmet Ümit de buna uyduğu için ortaya çıkan hiçbir karakter boşuna değil, mutlaka olayla bir ilgisi vardır.

15 Ekim 2019 Salı

Cebelavi Sokağı'nın Çocukları - Necib Mahfuz


Uzun zaman önce, -bana göre uzun zaman çünkü neredeyse 2 ay olmuş- Nobel ödüllü bir yazarın kitabını okuduğumdan bahsetmiştim. Aslında kitabı bitireli de yine uzun zaman oldu J ama yazıya dökmem bir hayli gecikti. Çünkü bu arada bir kitabın editörlüğünü yaptım, hala da yapıyorum. Editörlük işi sandığım gibi değilmiş aslında. Nasıl olsa kitap okumayı seviyorum diye düşünmüştüm ama bir kitabı, editörlüğünü yapmak için okumak çok daha farklıymış. Daha zormuş. Size emanet bırakılan çok değerli bir eşyayı ufak dokunuşlarla temizlemeniz gerektiğini düşünün. Hani eşya sizin olsa o kadar dikkatli olamazsınız. Ama inanılmaz zevk aldığımı söyleyebilirim.  İşte bu işle ilgilenince bitirdiğim kitabın yorumunu yazmayı da ertelemek zorunda kaldım. Nihayet bugün yazabildim;

Cebelavi Sokağı’nın Çocukları

Necib Mahfuz’un okuduğum ilk kitabı bu ama son olmayacak sanırım. Bir yazarı ilk kez okuyunca da önce hakkında araştırma yaparım. O yüzden önce yazarı kısaca tanıtayım:

1911 yılında Kahire’de doğan Necib Mahfuz, 1934 yılında Kahire Üniversitesi’nde felsefe eğitimini tamamladı. 1938’de hikâyelerinden oluşan bir derleme yayınlandı. 1959’da yayınladığı Cebelavi Sokağı’nın Çocukları kitabı El Ezher Üniversite’si tarafından yasaklandı. Hatta bir din adamının Necib Mahfuz ile ilgili söylediklerinden dolayı suikast girişimine de uğradı.  (İlk ve tek baskısı 1967’de Lübnan’da yayınlanan kitabın Türkiye macerası da sıkıntılı çünkü Türkçe’ye de yazıldıktan 50 yıl sonra çevrilmiş. ) Necib Mahfuz 40 küsur roman, kısa öykü, film senaryosu ve birkaç tiyatro oyunu yazdı. 1960’lı yıllarda kitaplarında dini irdelemeye başlayınca, kitapları daha felsefi ağırlık kazanmış. Kitabı okurken yazarın bu yönüne özellikle dikkat etmek gerek.

Elimdeki kitap tamamen dine yapılan göndermelerden ibaret.  Aslında kitap insanlığın varoluş serüvenini anlatıyor.

Cebelavi, Mukattam Çölü’nün kıyısında muhteşem bir konakta çocukları İdris, Edhem, Rıdvan ve Abbas’la birlikte yaşamaktadır. Cebelavi mülklerini yönetmesi için büyük oğlu İdris yerine Edhem’i seçince kıyamet kopar. İdris, babasına karşı geldiği için konaktan kovulur. Daha sonra Edhem’i kandırarak Cebelavi’nin yasakladığı bir kitaba ulaşmaya çalışmasını sağlar ve Edhem de karısıyla birlikte konaktan kovulur.

Burada Adem ile Havva’nın şeytan tarafından kandırılıp yasak meyveyi yemesi ve cennetten kovulması olayına gönderme yapılmış. Bu durumda;

Cebelavi= Tanrı
Edhem= Adem
Umayma ( Edhem’in karısı)= Havva
İdris = Şeytan

Sürekli konağa( yani ruhlar alemine) dönmeyi arzulayan Edhem oğullarıyla birlikte konağa yakın bir sokakta yaşamaya başlar. Böylece Cebelavi Sokağı oluşmuş olur. Cebelavi bir gün Edhem’in oğullarından Hümam’ı konağa çağırınca diğer oğlu Kadri kıskanıp kardeşini öldürür. Böylece ilk cinayet işlenmiş olur. ( Habil ile Kabil olayı)

Yıllar geçer, artık kimse Cebelavi’yi görmez, hiç konağından çıkmaz çünkü. Yaşananlar şairlerin ağzından, nesiller boyu aktarılmaya devam eder. Cebelavi’nin mülkünü yönetenler sokak çeteleriyle işbirliği yapınca sokak artık yaşanmaz bir yer haline gelir. Bu durumda da bir kurtarıcıya ihtiyaç duyulur. Ve sırasıyla;

Halkı kurtarmak için Cebel ( Hz.Musa ), onun kurduğu düzen bozulunca Rıfat ( Hz.İsa )ve sonra Kasım (Hz. Muhammet ) gelir. Her defasında kurulan düzen bozulur çünkü toplumların unutmak gibi bir hastalığı vardır. Kitapta sokağa gelen son kişi Arif’i ise hiçbir peygamberle eşleştiremiyoruz. Adından ve yaptıklarından dolayı bilim ile ilişkilendirebiliriz. Çünkü Arif bir sihir yoluyla kötülüklerin üstesinden gelmeye çalışır. Buradaki sihir aslında bilimsel deneyleri çağrıştırıyor.
Sanırım kitabın en çok tepki alan bölümü de Arif’in bulunduğu bölüm olmuştur. Çünkü Arif istemeden Cebalavi’yi öldürür. Arif de kalıcı bir kurtuluş sağlayamaz ama arkasında insanların sarılacağı bir umut bırakır.

Benim böyle kısaca anlattığım kitabı sadece dinler tarihiyle de eşleştirmek doğru olmaz. Necib Mahfuz kendi ülkesinin sorunlarını metaforlarla, alegorik bir anlatımla dile getirmiştir aslında. Tabi her karakterin simgelediği dini ögeler yüzünden kitaba hala olumsuz yaklaşanlar vardır. Özellikle yazarın Tanrı ile eşleştirdiği Cebelavi’yi sorgulaması çok tepki çekmiştir. Sorgulamaktan çekinenler bu kitabı hiç okumasınlar ama müthiş bir edebi eserden de mahrum kaldıklarını bilsinler.
Kitabın umut dolu son sözleriyle bu yazıya da nokta koyayım. Sırada Ahmet Ümit’in son kitabı “Aşkımız Eski Bir Roman” var. Bu kez arayı çok açmayacağım. İyi okumalar.

Gecenin ardından gün nasıl doğuyorsa adaletsizlik de bir gün son bulacaktır. Zorbalığın ölümünü de göreceğiz, ışığın ve mucizelerin doğuşunu da.’


Not: Son olarak şunu da yazmak zorundayım. Bu kitabı daha rahat okuyabilmek ve yapılan göndermeleri anlayabilmek  için peygamberler tarihini bilmek gerekiyor. 

31 Ağustos 2019 Cumartesi

Gecenin Gecesi - Hasan Ali Toptaş


Bir önceki yazımda Nobel ödüllü bir yazarın kitabına başlayacağımı söylemiştim. O kitabın henüz yarısındayım. Bu aralar uğraştığım başka bir şey var. Belki birkaç ay sonra paylaşabileceğim bir şey. O yüzden hızlı ilerleyemiyorum. Bu arada bloğum da boş kalmasın istedim. Kısa ama etkileyici bir kitabı sunayım dedim.

İlk sayfasında Toptaş’ın kendi el yazısıyla “Her şeyin gönlünce olması dileğiyle.” yazdığı, benim için ayrı bir öneme sahip kitabı Gecenin Gecesi’ni anlatayım biraz. (Yani kısacası yazarın geçen sene fuarda imzalattığım kitabı. Bir imzaya ne anlamlar yükledim. İflah olmaz bir hayalperestim ne yapayım.)

Kitap 5 hikâyeden oluşuyor.

İlk hikâye, Yatak: Kendisine verilen yatağa duyduğu minneti dile getiren biri var karşımızda. Adını bilmediğimiz karakter, yatağı sırtlayıp da yatağı ona verenlere teşekkür etmeye giderken, mecburen biz de onu takip ediyoruz, elimizde değil takip etmemek. Çünkü yazar ilk cümleden okurun boynuna bir ip geçiriyor, sonra o, ipi nereye sürüklerse biz de oraya gidiyoruz.

İkinci hikâye, Nihat: Babası tarafından terk edilen, annesiyle yaşayan Nihat’ın aklını nasıl kaçırdığını öğreniyoruz.

Üçüncü hikâye,  Fotoğraf: Benim en sevdiğim hikâye bu oldu. Bir fotoğraf arayışıyla başlayan hikâye, nasıl oldu da insanların ölüm tarihini hesaplayarak mezar taşlarını hazırlayan bir adamla bitti anlamadım bile.

Dördüncü hikâye, Veysel’in Kanatları: Hırslarına yenik düşen bir adamın yaşadığı çöküntüyü kendi diliyle anlatmış yazar. Peki, nedir bu HAT dili?

Yani bir kumar masası anlatılırken bir anda sandalyeler uçuşa uçuşa yanınıza gelebilir; kumar masasındaki hali, sevinen , üzülen, kendini durduramayan kanlı canlı bir insanken, bir cümle sonra uçarak terk edebilir orayı kahraman. Ve biz hiç şaşırmayız, bu durumu tuhaf bulmayız. Büyülü gerçekçiliğe benzese de bence, büyülü gerçekçiliğin bir adım ötesinde Toptaş’ın dili. O kelimelerden ibaret bir dünyada yaşıyor. Onun kelimeleri nefes alıyor, ritim tutuyor, dans ediyor, kimi zaman da ölüyor.  Bazı kitaplarında yokuş yukarı çıkıyor kelimeler, o kitaplarını okuması çok zor o yüzden – Bin Hüzünlü Haz mesela-. Bu kitabında ise yokuş aşağı bırakmışlar kelimeler kendilerini, hiç duraksamadan bir oturuşta okunuyorlar.

Gelelim son hikâyeye, Şeytan Uçurtması: Annesi ölmüş bir çocuğun( tabi ben böyle bir çırpıda söylüyorum ama çocuğun annesinin öldüğünü anlamak için kelimeleri cımbızla seçmek gerekiyor) üvey kardeşine karşı hissettikleri anlatılıyor. Özellikle sonu oldukça etkileyici bitirilmiş hikâyenin.

Peki, bu kitabı tavsiye ediyor muyum?

Toptaş’ın diğer kitaplarıyla kıyaslarsam ki romanları hikâyelerle kıyaslamak ne kadar doğru tartışılır ama yine de içimden bir ses illa kıyasla diyor. Bu da benim doğruyu bilip yanlışı yapan tarafım işte. Bazen onun dediğini yapmazsam hiç susmaz ben de dediğini yaparım. Neyse işte, diğer kitaplarıyla kıyaslarsam; öteki kitaplarından aldığım haz daha fazlaydı.  Fakat yiğidi öldürelim hakkını yemeyelim, Toptaş hikâyeciliği bambaşka bir boyuta taşımış. O yüzden kesinlikle okuyun derim. Ayrıca kitabın içindeki Ümit Ünal çizimleri kitaba ayrı bir hoşluk katmış.


23 Ağustos 2019 Cuma

Gözyaşı Şişeleri

Her gittiğim müzede en çok ilgimi çeken şey gözyaşı şişeleri olur. Bu resimdeki şişeler Hierapolis Arkeoloji Müzesi’nden.

Bu şişeler hakkında birden çok rivayet var:

Kimilerine göre; birbirinden ayrı düşen sevgililer, evlatlarından uzak kalan anneler, onlar için döktükleri gözyaşlarını bu şişelere koyarlarmış. Kavuştukları zaman da onlara hediye ederlermiş. Bir mücevher kadar değerliymiş gözyaşı şişeleri.

Kimilerine göre ise, sevdiklerini kaybedenler, ölenin değerini göstermek için gözyaşlarını bu şişelere akıtıp mezara koyarlarmış. Bir süre sonra ölü canlandığında ne kadar önemsendiğini anlayıp sevinirmiş.

Bu şişelerin sembolik olduğunu, içinde gözyaşları olmadığını söyleyen de var. Sebebi ne olursa olsun, çok narin bir eşya gözyaşı şişeleri.

Peki şimdi neden yok bu şişeler?

Gözyaşlarımız minicik bir şişeye akıtılacak kadar çok olmadığı için mi? Belki de sadece gerçek gözyaşları lazımdır bu şişeler için.

Şimdiyse öyle çok yalandan üzülüyoruz ki…
Bugün çocuğunun gözü önünde öldürülen bir anneye üzüldük. O kadar çok üzüldük ki, olay yaşanırken video çekmeyi unutmadık. Hemen telefona sarılıp bol hashtagli paylaşımlar yaptık.

Bugün bitti…
Yarın başka bir şeye daha üzülürüz, gözlerimizde bir damla yaş olmadan.

Not: Bu yazıyı yazdıktan sonra dedim ki, yahu böyle yazdın kalemucu ama gerçekten üzülen , gözyaşı döken insanlar hiç mi yok, herkesin mi üzüntüsü sahte? Elbette vardır ama ben gerçeğiyle sahtesini ayrıt edemiyorum artık, sevginin de acının da.  

16 Ağustos 2019 Cuma

Uçurtma Avcısı ve Bin Muhteşem Güneş - Khaled Hosseini


Uzun zaman kitap bloglarını, sosyal medyadaki kitap grup sayfalarını meşgul etmiş, hakkında birçok şey yazılmış, neredeyse söylenecek bir şey kalmamış bir kitap Uçurtma Avcısı. Ben de bu kitabı yıllar önce okumuştum aslında. İlk okuduğumda da özellikle son sayfalarında gözyaşlarımı tutamamıştım. Ama bu kez satır aralarındaki Amerika propagandası daha bir gözüme battı. 8 milyondan fazla okunmasında ve hem 2006 hem 2007 de Penguin/ Orange Readers’s Group Ödülü’nü almasında bu propagandanın etkisi ne kadar acaba?

Neyse ben yine de uslu bir okur(!) olup, edebiyatın kirli yüzüne değinmeden kitabı kısaca tanıtayım.
1975 yılında Afganistan’da başlayan hikayede biri peştun biri hazara olan iki çocuğun yaşamı anlatılırken, Afganistan’ın uzun yıllar süren çalkantılı tarihi de aktarılıyor.

Varlıklı bir ailenin oğlu Emir ile onların hizmetine bakan Ali’nin oğlu Hasan… Başlangıçta tek ortak yazgılarının annesiz büyümek olduklarını düşündüğümüz iki arkadaşın sonu yürek parçalayan, iç içe geçen kaderleri okuyanı teslim alan bir akıcılıkla yazılmış.

Bir ayıyla bile güreştiği söylenen babasının aksine, sadece kitaplarla ilgilenen, öyküler yazan bir çocuktur Emir. Emir’in tek isteği babasının gözüne girmektir. Hasan ise Emir’e sonsuz bir sadakat duygusuyla bağlıdır.  

12 yaşına kadar yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen iki arkadaşın kaderleri, uçurtma yarışına katıldıkları gün, Emir’in, Hasan’ın başına gelen felakete seyirci kalmasıyla alt üst olur. Yazarın da dediği gibi bazen bir günde olanlar tüm yaşamın belirleyicisi olur. Bu olaydan sonra kitapta zaman biraz hızlı akar, ülkenin siyaseti allak bullak olur ve 1980 ‘lere geliriz. Emir ve babası Amerika’ya giderler.

Bu bölümden sonra Emir ve babasının Amerika’daki yaşamı anlatılır ama bence burada biraz yazar Amerika’ya iltimas geçmiş. Bir Afgan’ın Amerika’da yaşayabileceği muhtemel sorunlara değinmemiş. Daha çok özgürlükler ülkesi olarak anlatmış Amerika’yı. 

Emir , orada Afgan bir kızla evlenir. Geçmişini bilinç altına iterek sıradan bir hayat yaşamaya çalışır.
Ta ki babasının yakın dostu Rahim Han’dan bir mektup alana kadar. Kader, Emir’in yönünü tekrar Afganistan’a çevirir. Yıllar önceki ihanetinin kefaretini ödemek zorundadır. Afganistan’a gider ve Hasan’la nasıl bir ortak yazgıları olduğunu acı bir şekilde öğrenir. Özellikle bu son kısımlarda gözyaşlarınızı tutamayabilirsiniz. Kitabın oldukça etkileyici bir sonu var. Özellikle Hasan’ın oğlunun intihar sahnesi beni çok sarstı.

Şimdi gelelim yazarın diğer kitabı Bin Muhteşem Güneş’e.

Adını Saib-i Tebrizi’nin,
Bu kentin ne çatısının aydınlatan aylarını sayabilirsin,
Ne de duvarlarının gerisine gizlenen bin muhteşem güneşi” dizelerinden alan kitap Uçurtma Avcısı gibi Afganistan’ın aynı dönemini anlatıyor. Bu kez kitapta iki kadın kahraman var. Maalesef olaylar kadın ekseninde yazılınca, yaşananlar daha trajik oluyor. 1960’larda başlayan kitapta, evlilik dışı bir çocuk olan ve annesiyle küçük bir kulübede yaşayan Meryem’i tanıyoruz önce. Meryem’in kendinden yaşça büyük Raşit ile evlendirilip Herat’tan Deh-Mazang’a taşınmasıyla, Leyla ile hayatları kesişiyor.

Bu kitapta Afganistan’ın siyasi tarihine daha çok değinilmiş. Zahir Şah’ın devrilmesi, Davud Han’ın öldürülmesi, ülkenin adının Afganistan Demokratik Cumhuriyeti olarak değişmesi ama demokratikliğin maalesef sözde kalması, Sovyetler'in Afganistan’a girişi, Sovyetler'in çekilmesi ama ülkedeki iç savaşın devam etmesi…

Ülkelerin tarihini böyle liste halinde sıralayınca yaşananlar yeterince anlaşılmıyor. İşte bu yüzden edebiyat şart. En büyük arzusu okumak olan Leyla’nın atılan bir bombayla annesiz, babasız , geleceksiz kaldığını, ders kitaplarının başında olması gerekirken, kendinden yaşça büyük, üstelik evli bir adamın ikinci karısı olmak zorunda kaldığını, atılan bomba yüzünden arkadaşlarının parçalanan uzuvlarına şahit olduğunu, sevdiği adama kavuşmanın hayalini bile kurmaya gücünün yetmediğini, gün gelip giydiği burka yüzünden onu tanıyanların olmamasına sevinecek hale düştüğünü, sevmediği bir adamdan doğuracağı çocuğu nasıl bağrına basabileceği duygusuyla mücadelesini, Meryem'in hayal bile kurmadığı küçük dünyasını, bir kadının ruhunun nasıl öldürüleceğini, kısacası savaşın ve sözde demokratik ve sözde dini  idarelerin hayatları nasıl cehenneme çevirdiğini anlamamız için olayları roman kahramanlarının başından geçiyor gibi okumak şart ama bu kahramanların hayali olmadıklarını aklımızın bir köşesine yazarak okumalıyız. Çünkü Afganistan’da Leylalar, Meryemler gerçek.

Ben bu iki kitabı da beğenerek okudum eğer kısa bir kıyaslama yapacak olursak;

Uçurtma Avcısı’nın sonları daha duygu yüklü ve okuru kendine bağlıyor.
Bin Muhteşem Güneş her satırıyla savaşa lanet okutuyor. 
Uçurtma Avcısı’nın bir kısmı Amerika’da geçtiği için savaşın izlerini bir nebze daha az hissediyoruz.
Bin Muhteşem Güneş’te ise tüm olaylar savaşın içinde geçiyor. Yaşanan kıyımlara daha çok tanık oluyoruz. Kadınların hayatını zorlaştıran yönetimin daha çok farkında oluyoruz.

İki kitabın ortak noktalarından biri ise yetimhane müdür Zaman. Önce Bin Muhteşem Güneş’i okursanız, Uçurtma Avcısı’nı okurken, Emir’in Hasan’ın oğlunu aradığı yetimhanede her an Leyla ile Meryem karşınıza çıkacak, bir köşede Tarık, Leyla'yı izleyecek gibi gelebilir size de. Bu ayrıntıyı da beğendim açıkçası.

Şimdi  ise elimde Nobel ödüllü bir  yazarın kitabı var. Bakalım ödülü hak etmiş mi? Bir sonraki yazıda görüşmek üzere.



8 Ağustos 2019 Perşembe

Yolpalas Cinayeti - Halide Edib Adıvar


Halide Edib Adıvar’ın 1936’da yazdığı 80 sayfalık kısa bir roman olan Yolpalas Cinayeti, Şişli’de Yolpalas Malikanesi’nde geçer. Halide Edib’in pek bilinmeyen bu kitabında katil baştan bellidir. Yazar sıradan bir polisiye roman yazmamış, polisiye kitaplarının cazibesi olan katili bulma oyununu baştan reddetmiş, okurun yüzünü bambaşka bir yöne çevirmiştir.

Evet katil bellidir ama kitabın asıl sorusu; bu cinayetin neden işlendiğidir. “Serveti altı rakamdan fazla sayıyla gösterilen” Saltabaşların evinde gerçekleşen cinayet tüm halkın da ilgisini çekmiştir.
Saltabaşların oğullarının dadısı Nadire nam-ı diğer Akkız, şoför Mükerrem’i öldürür , bayan Salatabaş’ı da yaralar. Neden öldürdüğü sorusuna verdiği cevapla, aklının yerinde olmadığına mı, yoksa numara yaptığına mı hükmetmek gerekir Nadire’nin?

Akkız’ın avukatlığını ise Murat Saltabaş’ın yeğeni Rıfkı yapar. İstanbul’un yüksek sosyetesinde başlayan roman, bir aşk hikayesi gibi görünür. O dönem İstanbul’unun kalbur üstü insanlarını anlatır öncelikle yazar. Fakir bir aileden gelen Sacide’nin aniden hayal bile edemeyeceği zenginliğe kavuşmasıyla yaşadığı değişimi, zengin-fakir çatışmasını, yeterli olgunluğa erişmemiş insanların, çabalamadan elde ettiği zenginlikle nasıl bir kişilik değişimi yaşadığını anlatır Halide Edip.
Sacide’nin kavuştuğu zenginliği herkese gösterme merakının ön plana çıkarıldığı kitapta, cinayetin sebebini  mahkemeyi izleyen herkes de bu minvalde düşünür. Oysa şık giyimli kadınların içinden geçip bambaşka bir yola çıkarır bizi yazar.

Yazarın asıl hedefi katilin masumiyetini kanıtlamaktır. Akkız bir cinayet işlemiştir ama cinayetin sebebi onu masum mertebesine sokmaya yetecek midir? Dayısının karısını yaralayan, şoförünü de öldüren bir katili savunan Rıfkı’nın sayesinde öğreniriz tüm gerçekleri. Ayrıca yazar hem toplumsal hem bireysel sorunları da önümüze serer.

Velhasılıkelam, yazıldığı yıla bakıldığında, yenilikçi bir yaklaşımla yazılmış, “öncü” niteliği taşıyan bir kitap var ortada.

Can Yayınları’ndan  okuduğum 2008 baskısında, sadeleştirme yapmak yerine kullanılan kelimeler için dipnot kullanılmasıyla da benden tam not alan bu kitabı herkese tavsiye ediyorum.

Polisiye türünü, edebiyatta nereye koyacağını bilemeyen okurlar özellikle okumalı. Unutmayalım iyi polisiye iyi edebiyattır. Ayrıca, kitabın sonundaki Selim İleri’nin son sözünü okumayı da ihmal etmeyin. Bir sonraki kitapta buluşmak üzere, kitapla kalın.

1 Temmuz 2019 Pazartesi

Şeytan Ayrıntıda Gizlidir - Ahmet Ümit


Ahmet Ümit’in 2002 yılında yazdığı, içinde 18 hikaye barındıran bir kitap Şeytan Ayrıntıda Gizlidir kitabı. Ortalama 10’ar sayfadan oluşan öykülerin hepsi polisiye türünde.

Para için yeğenini öldüren, ikizinin yerine geçip cinayet işleyen, annesini muayene eden doktorun hayatına son veren; normal bir hayat sürerken bir cinnet anında katil olanlar, hayatı hep bu minvalde sürmüş olanlar, uyuşturucu kaçakçıları, taksici katilleri, görevini kötüye kullanan polis memurları, mafya… Her türden ve her sebepten cinayet var öykülerde.

Benim en çok ilgimi çeken ise, Çin İşkencesi adlı hikaye oldu:
Şarkıcıların, futbolcuların, iş adamlarının yani ünlü kişilerin, siyasi liderlerden daha etkili olduğuna inanan, yurt dışında okumuş üç gencin yaptığı bir deneyi anlatıyor Çin İşkencesi. Bu üç genç ünlüleri kaçırıp onları özel bir eğitime tabi tutmak isterler. Bunun için de Şeco adlı bir şarkıcıyı kaçırıp, ona, “Sosyal Laboratuvar” larında eğitim verirler.

Liderlik duygusunun gelişmesi için Wagner dinletirler, Tarkovski’nin Ayna filmini izletirler. Schopenhauer felsefesini öğretirler, Kant okuturlar. Böylece öğrendiklerini geniş halk kitlelerine yaymasını amaçlarlar. Tüm bu bilgi işkencelerinin sonu da kötü biter ama  okumak isteyenlere ipucu olmaması için cinayeti ise es geçiyorum .

Hikayelerin her biri keyifli olsa da, kısa olmaları, sonuca çabuk ulaşılması, bir de arka arkaya hep cinayet, hep olumsuz bir konunun işlenmesi nedeniyle, başlarda aldığım zevk 8.,9. hikayeden sonra düşmeye başladı.

Polisiye romanlarının çok okunmasının en büyük sebebi, katili bulmak için fikir yürütmemiz, katil hiç beklemediğimiz biri çıktığında şaşırmamız, katili doğru tahmin edince de kendimizle gurur duymamızdır. Yani en azından ben polisiye romanlarını katili tahmin etmeyi sevdiğim için okuyorum. Ama Şeytan Ayrıntıda Gizlidir kitabında katillerin 2 sayfada belli olması haliyle kitabı sıkıcı hale getiriyor. Tabi yanlış da anlaşılmasın, buradaki her hikayeden bir roman çıkar o ayrı.

Ahmet Ümit’in neredeyse tüm kitaplarını okumuş biri olarak, bu hikayelerde de yer alan Başkomiser Nevzat’ı gayet iyi tanıyorum. Nevzat’ın karısı ve kızı da bir cinayete kurban gitmiştir. Başka kimsesi yoktur. Ama kitaptaki Aşk Ölüme Benzer hikayesinde :

“… Bu delikanlıya bakarken, ilk kez bir zanlının “suçsuz” olabileceğini düşünüyorum; üstelik evinde ele geçirdiğimiz kanıtlara, hatta cinayetleri işlediğini itiraf etmesine karşın. Niye böyle düşündüğümü bilmiyorum; aynı yaşlarda bir oğlum olduğu için mi ?...” diyor Başkomiser Nevzat. Biliyorum Ahmet Ümit' in sıkı takipçileri var.Onlar söylesin. Acaba ben mi yanlış biliyorum ya da  ilerleyen yıllarda yazar Başkomiser Nevzat’a daha acılı bir hayat hikayesi mi yazmak istedi? Her neyse bu ayrıntıyı bir kenara bırakarak son sözümü paylaşayım.

Eğer Ahmet Ümit’i daha önce okumadıysanız bu kitaptan başlamayın. Önce romanlarını okuyun, onların zevkini yaşayın, sonra yazardan biraz sıkılmayı göze aldığınızda bu kitabı okursunuz. Ya da bir yandan kumsalda güneşleneyim bir yandan alem kültürlü birey görsün, elimde bir kitabım olsun ,instagramda da havalı durur ama çok da kafamı yormasın kitap derseniz , hiç vakit kaybetmeyin. İyi okumalar herkese.

13 Haziran 2019 Perşembe

Kitab-ül Hiyel - İhsan Oktay Anar



Bir önceki yazımda insanlık olarak bir arpa boyu yol alabildik mi demiştim ama teknolojik açıdan bakarsak, doğru kullanıldığında hayatımızı kolaylaştıran, kişisel gelişimimize katkı sağlayan internet çağındayız. Mesela karşımıza bir kelime çıkıyor, hemen google bize yardım ediyor. Kelimenin kökeni nedir, hangi anlamlara gelmektedir, örnek cümleler ile birlikte bize istemediğimiz kadar bilgi sunuyor internet alemi. Tembelleşiyor muyuz yoksa, diye sorup bir kısır döngüye girmeden, ben de bu çağın nimetlerinden faydalanıp “hiyel” kelimesinin benim bildiğim anlamı dışındakileri internetten araştırdım.

Ben, hiyeli El-Cezeri ’nin Kitab-ül Hiyel adlı eserinden biliyordum. Yani makine bilgisi, mekanik teknolojisi anlamını. Oysa bir de hilenin çoğulu oluyormuş. Sahtekarlıklar, aldatmacalar anlamına geliyormuş. İhsan Oktay bu iki anlamı da kullanarak kitaba bu ismi vermiştir diye tahmin ediyorum. Zira kendisinin oldukça ironik bir tarzı var. 

İronik yazarımızın kitabını incelemeye geçmeden önce de kimdir bu El –Cezeri bilmekte fayda var.

 1153 yılında Cizre’de doğan, ismini yaşadığı şehirden alan Cezeri, sibernetiğin babası olarak kabul ediliyor. Artuklu Sarayı’nda başmühendis olarak görev yapan Cezeri’ nin kaleme aldığı Kitab-ül Hiyel adlı eserinde birçok makine yer alır. Zamanın harikası lakaplı Cezeri, bilgisayarın temelini atmış bir bilgin ve  robotlar, saatler, su makineleri, şifreli kilitler, şifreli kasalar, otomatik çocuk oyuncakları gibi 60 makinenin mucididir.

Cezeri ’nin kitabındaki makinelerin çalıştığını göstermek için kurulmuş bir sergi de var: Cezeri ’nin Olağanüstü Makineleri Sergisi. Hatta Fatih Altaylı bununla ilgili bir program yaparak Cezeri ’den haberdar olmayan birçok kişinin dikkatini de çekmeyi başarmıştır.

Şimdi biz gelelim İhsan Oktay’ın Kİtab-ül Hiyel’ine:

Kitabın tam adı Kitab-ül Hiyel Eski Zaman Mucitlerinin İnanılmaz Hayat Öyküleri.
3 bölümden oluşuyor.                                        

1.Bölüm:

Genç bir delikanlı iken “kılınç” dövme sanatına heves edip, demirciler çarşısında çırak olarak işe başlayan Yafes Çelebi’nin yaptığı tuhaf silahla başlıyor maceramız. Hasmına kendini savunma imkânı bırakmayan bu silah yüzünden mesleğinden olan ama daha önce yapılmamış, akıllara durgunluk veren tasarılara devam eden Yafes, mesleğinden men edildikten sonra meyhanelerde geçirir vaktinin çoğunu. Bu sırada El-Cezeri’nin kitabına da sahip olur.
Yafes Çelebi, tasarladığı makineleri padişaha sunmak ister. Bunun için de ihtira beratı yani bir nevi patent alması gerekmektedir. İhtira beratına onay verecek kişi de yabancı değil, diğer kitaplardan da tanıdığımız Uzun İhsan Efendi’dir. (Uzun İhsan Efendi’nin her kitapta karşımıza çıkması hoşuma gidiyor açıkçası, hikâyelerdeki mekân, zaman ne olursa olsun, gözlerimi kapatınca Uzun İhsan Efendi, İhsan Oktay Anar olarak canlanıyor zihnimde. Yazarın, yarattığı hikâyelere Uzun İhsan Efendi olarak dâhil olduğunu düşünmek keyif verici. )


Büyük İskender’in iktidar taşını vaktiyle bulduğu ve kaybettiği yerde ( ki bu cümle sık sık tekrarlanıyor) ihtira beratını nasıl alacağını düşünen Yafes, Uzun İhsan Efendi’nin hiç büyümeyecek hep çocuk kalacak olan, demiri bir hamurmuş gibi eğip bükebilen oğlu Davut’u kaçırır. Bu yolla da istediğini elde edemeyen Yafes, bir denizaltı yaparak, saltanat kayığının karşısında denizden çıkıp  padişahı etkilemeye karar verir.  Yaptığı tahtelbahirin içinde sıkışınca iktidar hırsına ne kadar yenik düştüğünü anlayan Yafes’in yerini kölesi Calud alır.









2.Bölüm

Kitabın birinci kısmının sonlarına doğru hikâyeye dâhil olan Calud ikinci kısmın başkahramanı olur. Yafes’in kölesi olarak başlayan hikâyesi iktidar hırsının ona da bulaşmasıyla devam eder. Calud’a göre iktidarı elde etmenin tek yolu, iktidar taşıyla çalışan devri daim makinesini yapmaktır. Bir yandan ilk gecede hamile bıraktığı eşlerinden doğan ölü çocukları, bahçedeki kuyuya atarken, bir yandan da devri daim makinesiyle tabiattan alacağı öç fikrini büyütür zihninde.
Yafes’in kaçırdığı hep çocuk kalacak olan Davut’a yaptığı işkenceleri düşününce, hak ettiği bir şekilde ölmüş ama ölmeden önce aklındaki fikri yaşatacak bir çırak bulduğu için içi rahat kapanmıştır gözleri Calud’un. Bu çırak 3.bölümün kahramanı Üzeyir’dir.





3.Bölüm

Sokaklarda başıboş gezen çocukların İstanbul Sanayi Mektebi’ne alınmasıyla Üzeyir ve Calud’un yolları kesişir. Mektepteki inanılmaz başarısı arkadaşlarından işkence görmesine neden olunca, Calud’un onu yanına alması kurtuluş gibi gelir Üzeyir’e ama yanılıyordur. Calud, aklındaki fikri kendi öldükten sonra yaşatması için önce Üzeyir’in tüm benliğini yok eder. Bambaşka bir kimliğe bürünen, hayatında hiç dışarı çıkmamış olan Üzeyir, Calud öldükten sonra, devri daim makinesinin sırrını çözmek için girdiği bahçedeki kuyudan kendi kişiliğini kendi yaratarak çıkar.

Kitabın son kısmında yine Uzun İhsan Efendi devreye girer. Tabi burada okur bir zaman problemiyle karşı karşıya kalır ama yazarı tanıyanlar bilir ki İhsan Oktay zamanla da oynamayı sever. O yüzden 3.Selim zamanında yaşayan birinin Sultan Abdülhamit zamanında da yaşıyor olması hata değil yazarın bilinçli oyunlarından biridir.

Kitabın en sevdiğim bölümü ise, son kısımda Uzun İhsan’ın evinde yapılan “tahayyül müsabakası “ oldu. Anlatılan kör hikâyelerini ayrı bir zevkle okudum. İtiraf etmem gerekirse her kitabında ayrı bir mesleğe bürünen İhsan Oktay bu kitapta mühendis olduğu için, makineleri en ince ayrıntısına kadar anlattığı yerler ise biraz sıktı beni.

Kitabı genel olarak değerlendirirsem; özünü,
“Tamburlu kıraathanesine geldiği gün, onun kendinden emin ve kurumlu halini görenler, ister demirden bir piştov olsun, ister etten ve kemikten dev gibi bir köle olsun, sahip olduğu bir güç kaynağının insanı nasıl değiştireceğini oracıkta anlamışlardı.” cümleleriyle ifade edebileceğimiz kitap, kullanılan dil, dine yapılan atıflar, zamanda oynamalarla tam bir İhsan Oktay klasiği. Her kitabını keyifle okuduğum yazar umarım yakında yeni bir kitap çıkarır. İyi okumalar. 

Not: Sosyaledebiyat Dergisi'ndeki hikayemin linkini veriyorum. (Dergi kuralları gereği , hikayeyi burada paylaşamıyorum.) Bakalım blogumu takip edenler, hikayemi nasıl bulacak.





30 Mayıs 2019 Perşembe

Yılanı Öldürseler - Yaşar Kemal


Yaşar Kemal kitabı yazalı 40 yıl geçmiş ama bir arpa boyu yol alabilmiş miyiz bilmiyorum. Aslında geleceğe dair çok karamsar düşüncelere sahip biri değilim. Daima hep daha iyiye gittiğimize ya da en azından geçmişin bu zamandan daha iyi olmadığına inanırım.( Bu düşüncelerim siyasi ya da ekonomik değil, tamamen “insan olabilme” ile ilgili. )

Ama son zamanlarda yaşanan olayları düşününce istemsiz bir şekilde geçmişin özlemini çekiyorum. Çocukluğumu hatırlıyorum. Hava kararıncaya kadar sokakta oynadığımız, anne-babalarımızın bazen nerede olduğumuzu merak bile etmediği zamanlar geliyor aklıma. Yazık, kızım çocukluğunu hiç böyle hatırlayamayacak. Muhtemelen annem ve babam beni parka götürüp başımda nöbet tutarlardı diyecek.  Peki insanlık ne ara çocuklara zarar veren, minicik bedenlerden şehvet duyan bir hale geldi de , çocuklarını cam fanusta yaşatma arzusuyla yandı yürekler.

Hep vardı da , şimdi medya mı gözümüzü açtı? Tüm dünya bir tık ötemizde diye mi her türlü pislikten haberimiz oluyor? Geçmişte de mi kötü niyetlilere kurban gidiyordu çocuklar, kendisinden ayrılmak isteyen kadını öldürüyor muydu evrimini tamamlayamamış insan müsveddeleri. Bu sorular bitmez ama bu erkek egemen dünya, bu ataerkil toplum hiç mi değişmeyecek?

Yaşar Kemal 1976 ‘da yazdığı “Yılanı Öldürseler” kitabıyla işte bu ataerkil yapıyı ilmek ilmek olay örgüsüne eklemiş.  Ben bu kitapla Marquez’in Kırmızı Pazartesi kitabını çok benzettim. Tabi Marquez’in kitabını , Yılanı Öldürseler kitabından 5 yıl sonra yazdığını belirtmeden geçmeyeyim. İki kitapta da olay baştan bellidir. Sonu,  başından belli olan bir kitabı okutabilmek de Yaşar Kemal ve Marquez gibi ustaların işi zaten. Marquez işleneceği herkes tarafından bilinen bir cinayetin önlenememesini konu edinir. Ana sorun yine bacak arası ahlak anlayışıdır. Yaşar Kemal de töre cinayetine kurban gideceği belli olan, üstelik 9 yaşındaki oğlu tarafından öldürülecek olan, Esme’nin kara yazısını anlatır. Esme’nin yazısı karadır ama o kadar güzeldir ki cemali… Allah’ın bin yılda bir yarattığı bu güzelliği öldürmeye kimse yanaşmaz. Gören aşık olur, eli titrer, tetiği çekemez. Halil’in zorla sahip olduğu bu güzelliğin gönlünde başka biri vardır aslında: Abbas.

Abbas bir gece, Esme’nin kocası Halil’i öldürünce, önce Halil’in ailesi sonra tüm köy çalkalanmaya başlar. Söz döner dolaşır Halil’in kanlısının Esme olduğuna varır. Ve ne acıdır ki, tüm bu söylentileri körükleyen, Hasan’ı katil yapan da bir kadındır. Hasan’ın babaannesidir. Babaanne karakteri kitapta ataerkil yapının vücut bulmuş halidir. Yaşar Kemal satır aralarında çok doğu bir düşünceyi yayar aslında. Ataerkil yapının tüm suçlusu biz kadınlarız. Oğullarını dünyanın merkezine koyan kadınlar. Kendi kadınlıklarını unutup, oğullarını kızlarından hep önde tutan kadınlar. Oğullarına davullu zurnalı sünnet düğünü yapıp, küçücük beyinlerine organlarının ne kadar önemli olduğu mesajını yerleştiren kadınlar. Babaannesi de Hasan’ın beynine öyle zehirli  fikirler yerleştirir ki artık Hasan annesini öldürmekten başka çaresi kalmadığına inanır.  Bu arada kitabın bazı bölümleri tekrara düşme gibi algılanabilir ama tüm bunlar aynı cümlelerin Hasan’ın beyninde nasıl yankılandığını okurun iyice anlaması için yapılmış bilinçli bir davranış bence. 

Kitabın diliyle ilgili ise bir şey söylemeye gerek var mı bilemem. Yaşar Kemal sonuçta. Tasvir ustası, gözüyle kartal avlayan bir yazar o. Bu kitabında da Çukurova’yı resmediyor adeta. Resmeden sadece o değil. Kitabın içinde Abidin Dino’nun çizimleri de var. Onlar da ayrı bir tat katmış kitaba.

Eğer daha önce Yaşar Kemal okumadıysanız, bu kitabıyla başlayabilirsiniz. Yazarın diline, üslubuna alıştıktan sonra diğer kitapları çorap söküğü gibi gelecektir zaten.  Kitapla
ilgili hoşuma gitmeyen tek şey ise son iki paragraf oldu. Okuyunca bakalım siz de benim gibi düşünecek misiniz?

Son olarak; Yılanı Öldürseler 1981 yılında Türkan Şoray tarafından sinemaya uyarlanmış. Türkan Şoray hem filmin yönetmenliğini yapmış hem de başrolde oynamış. Müziklerini Zülfü Livaneli’nin yaptığı filmi de mutlaka izleyin. 

Bir sonraki kitap yorumunda görüşmek üzere.

23 Mayıs 2019 Perşembe

Kör Baykuş - Sadık Hidayet

Her sayfası afyon kokan , başı sonu belli olmayan, karakterlerin birbirine dönüştüğü, 88 sayfalık oku oku bitmeyen bir kitap Kör Baykuş.

Kalemdanlar yapıp boyayan kahramanımızın ağzından yazılan kitap, kahramanımızın odasındaki bir oyuktan dışarıdaki bir kadınla bir ihtiyarı görmesiyle başlar.Günlerce gördüğü siluetin hayaliyle yanarken, bir gece kadını karşısında bulur. Kadın onun evine girer, yatağına yatar ve sonra ölür. Kahramanımız ölünün resmini yapmayı da ihmal etmez ama gözlerini bir türlü çizemez ancak cansız bedenin bir anlık gözlerini açmasıyla gözleri kağıda geçirebilir. Gözleri resmettikten sonra artık onun bedenine ihtiyacı da kalmamıştır. Bedeni parçalar , bir bavula koyar ve gömer. Uzun süren sayıklama sayfalarından sonra ise kahramanımız karısından bahsetmeye başlar. Karısı yani süt kardeşiyle nasıl evlenmek zorunda kaldığını, ona olan aşkından nasıl yataklara düştüğünü ama karısının bir kez bile ona yüz vermediğini anlatır. Bu arada karısından sürekli "kahpe" diye bahseder. Karısının birçok aşığı olduğunu ve sefil adamlarla onu aldattığına inanır. Ama tabi bu olaylar cinayetten önce mi sonra mı bilinmiyor. Hatta gerçekten bir kadını kesip gömmüş müdür belli değil. Çünkü kitap aslında bir sayıklamalar yumağı. Geçmiş ve gelecek birbirine karışmış şekilde. Kitaptaki tüm anlatılanları bir afyon perdesinin* arkasından izliyoruz.

Odadaki oyuktan gördüğü ihtiyar , insanın içini ürperten kahkahasıyla farklı rollerde karşımıza çıkıyor. Aslına bakarsanız tüm karakterler tek bir kişiden ibaret, sonunda herkes birbirine dönüşüyor. Kitabı için "özenle hesaplanmış, net ve bilinçli etkilerle dolu, her sayfası bir partisyon gibi düzenlenmiş" der Sadık Hidayet. Kahramanımızın, ihtiyarın boynunda gördüğü şalın, dönüp dolaşıp tüm karakterlerin boynunda peyda olmasını, herkesin tek kişiye dönüşmesini( bu öyle apaçık bir dönüşüm değil tabi, satır aralarından anlaşılan bir durum) düşünürsek , haksız da değil söylediklerinde.

 Kitabın sarmal yapısı yüzünden de biraz başımız dönüyor açıkçası. Üstelik cümleler o kadar olumsuz ki, okurken insanın yüreğine taş gibi oturuyor mübarek. Peki kahramanımızı bu kadar karamsar yapan nedir? Sadece bir aşk acısı mı? Bence kahramanımızın ( aynı zamanda yazarımızın da) ruhu kötümser. Hayır kötü biri değil, sadece dünya nimetlerinin zevkine varamayan, fazlasıyla iç karartıcı. Bunca karanlık bir karakteri yazmak için de az biraz karamsar olmak gerekir diyerek yazar hakkında bilgi edinmek istedim. Bu kitaptan önce Sadık Hidayet'i tanımıyordum. Neyse ki kitabın sonunda yazarın arkadaşı Bozorg Alevi kitapta anlatılanlara bakıp da Sadık Hidayet'i yanlış anlamayalım diye yazarın biyografisini yazmış. Demiş ki;

"...Romanında bir kadını koyun gibi boğazlatan bir yazarın , kendi özel hayatında çok hayırsever bir insan olduğunu ve değil bir insandan, bir hayvandan bile kan akıtılmasına bakamadığını bilmek, önemli değil midir? Çocukluğunda bir kere bir bayramda kurban kesilmesini görmüştü, o günden sonra artık hiç et yiyemedi, ölümüne kadar et koymadı ağzına. Bir seferinde, farkında olmadan, kıymalı bir börekten bir parça ısırmış, midesi bulanmış, çıkarmıştı; ben gördüm."

Tabi arkadaşı bunları yazarken ne kadar objektif davranmış bilemeyiz. Kitabın içerdiği şiddete bakarak yazar hakkında net bir yargıya varamasak da, Paris'te günlerce hava gazlı bir ev arayıp, bulduktan sonra da gaz musluğunu açıp intihar etmesinden yola çıkarak epey depresif biri olduğunu söyleyebiliriz.

Kitap 1936'da Bombay' da yayımlanmış. Hatta Sadık Hidayet kitabına İran'da yasaklanmıştır ibaresi koydurmuş. Yasaklanacağının bilincindeymiş yani. Sanırım kitap İran'da hala yasak. İran'da yasaklanmasında şu sözler de etkili olmuştur:

"Tanrı gerçekten var mı, yoksa kutsal imtiyazlarının korunmasını gözeten bu yeryüzü güçlüleri tarafından , vatandaşlarını daha rahat sömürebilmek için, kendi tasarılarına göre mi yaratılmıştır; yeryüzünün gökyüzüne bir yansıması mıdır; bu gibi şeyleri artık umursamıyor, ben yalnız sabaha çıkıp çıkmayacağımı bilmek istiyordum."

" ...Çünkü ben Tanrı' yla , Yüce Varlık'la değil, sevdiğim tanıdığım birisiyle konuşmaktan hoşlanıyordum. Çünkü benim çok yükseğimdeydi Tanrı."

 Neyse ki kitap bizde yasaklı değil ve Behçet Necatigil çevirisiyle okuma lüksüne sahibiz. Kitabın başında Behçet Necatigil'in "Türkçede Çağdaş İran Edebiyatı ve Doğumunun 75.Yılında Sadık Hidayet" adlı bir yazısı da mevcut.

Kitap her ne kadar karamsarlık ötesi bir kitap da olsa , tekrar okuyacağım kitaplar listesine ekledim. Sizin de okumanızı (yaşınız müsaitse) tavsiye ederim.

Kitabın sonundaki biyografide Bozorg Alevi, Hayyam'dan örnekler vermiş. Bu vesileyle bir Hayyam rubaisi bırakayım şuraya, zira kendisiyle sıkı bir gönül bağım vardır.

Varlığın sırları saklı senden, benden,
Bir düğüm ki ne sen çözebilirsin , ne ben,
Bizimki perde arkasında dedi-kodu
Bir indi mi perde, ne sen kalırsın, ne ben.



*Bu kitabın afyonu özendirmesi ve şimdi benim buraya yazmayacağım kitaptaki  bazı "yaklaşımlar" nedeniyle belli bir yaşın altındaki okurlar için sakıncalı buluyorum.



14 Nisan 2019 Pazar

Sevgili Arsız Ölüm - Latife Tekin


      Kitap yorumlamak riskli bir iş.Kimi kitaptan bilgiler veriyor diye ( şimdilerde bunun adına spoiler diyorlar ama ben taraftar değilim bu kelimenin dilimize yerleşmesine) kimi ise olumsuz yönde etkilenmemek için okumak istemiyor kitap tanıtım yazılarını. Bu yüzden mümkün olduğunca , aynı kitabı anlatan diğer yazıların tekrarı olmaması için, önce diğer blogları, o kitapla ilgili yapılan yorumları okurum. Sevgili Arsız Ölüm kitabı için de birçok farklı yoruma denk geldim. İçlerinde çok talihsiz yorumlar da vardı. Bir kitabı beğenip beğenmemek tamamen kişiseldir ve hiçbir kanıta ihtiyaç duymaz ama edebiyatta yer edindiği kesin olan bir esere berbat demek nasıl bir okurun cümlesidir bilemedim.

       Bloglardan birini okurken, “romanın protagonisti kim acaba diye çok düşündüm” şeklinde bir cümleye denk geldim. Neyse ki google var da protagonist neymiş hemen bakıverdim :)
Kahraman demekmiş...
İçim sızladı. Neden dedim, neden yabancı bir kelime kullanmaya gerek duyar ki insan? (Kahraman kelimesinin kökeninin Farsça, karakter kelimesinin kökeninin Fransızca olduğunu bilinçaltıma iterek.)

       Sonra aynı soruyu ben de düşündüm. Bu romanın kahramanı kim? Yaşadığı köye soba, radyo ,tulumba, otobüs gibi daha önce kimsenin görmediği şeyleri getiren Huvat mı?Huvat’ın son gelişinde yanında getirdiği, köydeki kadınlara hiç benzemeyen Atiye mi?
Doğmadan önce Cinci Memet’in bu kız eksik doğmazsa, başına gelmedik kalmayacak dediği Dirmit mi?

       Benim kahramanım, taşla toprakla konuşan, babasının şehirden getirdiği tulumbayla gönül bağı kuran, dışa kapalı yerde doğmuş özgür ruhlu insanların kötü kaderini yaşayan, içindeki ateşle nereyi yakacağını bilemeyen, heves ettiği her şey elinden alınan, en sonunda şiirlerinden de olan Dirmit kız ama kitap Atiye’nin sonuyla son bulduğu için baş kahraman olarak Atiye’yi gösterebiliriz. Huvat Atiye’yi şehirden getirir ama Atiye köye hemen ayak uydurur. Hatta kitapta bu süreç çok hızlı geçilir ve biz Atiye’nin başka bir yerden geldiğini unutur, onu Alacüvek Köyü’nün bir parçası olarak görmeye başlarız. Atiye köyle öyle bütünleşir ki , kitabın ikinci kısmında şehre taşındıkları zaman asıl oraya yabancı kalır.

       Buradan da anlaşılacağı üzere kitap iki kısımdan oluşuyor. İlk kısım Aktaş ailesinin köydeki yaşantısını, ikinci kısım ise şehre taşındıktan sonraki hallerini anlatıyor. Birinci kısımda hem batıl inançlar hem de masalsı anlatım yoğun bir şekilde göze çarpıyor. Özellikle kullanılan deyimlerin , kelimelerin çeşitililiği, bunları 25 yaşında biri nasıl yazabilir dedirtiyor insana. Kitabın ikinci kısmında yani şehir yaşantısının anlatıldığı kısımda, Atiye ve Huvat’ın diğer çocuklarının yaşamlarına da dahil oluyoruz. Seyit, Halit, Halit’in karısı Zekiye, Nuğber, Mahmut... Her birinin yaşadığı olayları okuyoruz ama derin psikolojik tahliller yapmıyor yazar , okura bırakıyor bu işi.

       Kitabın ikinci kısmını okurken aklıma Orhan Pamuk’un Kafamda Bir Tuhaflık kitabı geldi. İki kitap arasında anlatılan konu bakımından oldukça benzerlik var. Köyden kente göç sürecinde bireyin uyum çabasını anlatıyor iki yazar da tabi bir farkla. Orhan Pamuk olayları bir gözlemci olarak anlatırken, Latife Tekin içeriden biri olarak aktarıyor yaşananları. Bu yüzden de Latife Tekin’in kitabında yoksulluk elle tutulur hale gelirken Orhan Pamuk’un kitabında havada asılı kalıyor.

       Üstelik Latife Tekin kitabını büyülü gerçekçiliğin büyüsüne sarıp aktarıyor ki benim en sevdiğim türdür. Büyülü gerçekçiliği Sosyal Edebiyat Dergisi ’ndeki Kitap Nasıl Okunur adlı yazımda da anlatmıştım. Borges ve Marquez bu türün piri olsa da bence Latife Tekin’in bu kitabı da azımsanacak gibi değil. Özellikle köy yaşantısında cinlerin , perilerin sıradanlaştırılması ve Atiye’nin Azrail ile olan kavgaları çok etkileyiciydi. Eğer Latife Tekin'in 1983 yılında yazdığı , aslında otobiyografik bir roman olan bu kitabı okumaya karar verdiyseniz , anlatmaya çalıştığımın kat kat fazlasının kitapta yer aldığını ve bir hurafeler kuyusuna düşmek üzere olduğunuzu bilin.
 Bir sonraki kitapta görüşmek üzere. İyi okumalar.

27 Şubat 2019 Çarşamba

Başucumda Müzik- Kürşat Başar


      Bir kitabı birkaç kez okumak bazı insanlara anlamsız gelirken bazı insanlar için çok önemlidir. Kimin fikri daha doğrudur bilemem. Okuduklarımdan öğrendiğim bir şey varsa o da hayatta çoğu zaman mutlak doğrular olmadığıdır. Benim doğruma gelince; bir kitap onlarca kez okunabilir. Kitapları tekrar okuduğum zaman hep, sonunu biliyorsun ama derler. Oysa ben bir kitabı sonunu öğrenmek için okumam. Okurken bana ne hissettirdiği önemlidir ve aradan geçen zaman hislerimi değiştirebilir. Bu kitabı da ilk kez 2013 yılında okumuştum. İlk okuduğumda çok hüzünlenmiştim. Şimdi hüzünlenmek kelimesi yetmiyor hislerimi anlatmaya. O zaman sadece yaşanan aşkın sonuna üzülmüştüm.Şimdiyse zamanın acımasızlığı da burkuyor yüreğimi.

       Yazarın da dediği gibi insan, çocukken zamanın geçip gidebilen, durdurulamayan bir şey olduğunu anlamıyor. Yaş ilerledikçe ne kadar önemli hale geliyor yılların geçiş hızı oysa.

       Ben bu zamanın acımasızlığını , iç sıkıntısını, hayatın sonu olduğu düşüncesinin yürekte bıraktığı ince sızıyı, akıp giden o nehri durdurmaya kimsenin gücünün yetmediği gerçeğini bu kadar derinden bir de Mücella  kitabında hissetmiştim.

       Başucumda Müzik kitabını ilk okuduğum zaman, gerçek bir hayat hikayesi olduğu için bu kadar etkilendiğimi düşünmüştüm. Sonra kitaptaki kişilerin hayatlarını biraz araştırınca anladım ki bu kitap, Fatin Rüştü Zorlu ile Vesamet Kutlu’nun yaşadıklarını birebir anlatmıyor. Kitaptaki adamla kadının yaşadıklarının eşsizliği, Başar’ın aşka yüklediği anlamların bir sonucu. Açıkçası Fatin Rüştü ile Vesamet Kutlu’nun hayatlarını çok inceleyip, kitabın büyüsünü de bozmak istemedim.
Evli bir bakan ile bir diplomat eşinin yaşadıklarını öyle bir anlatıyor ki Başar, insan tüm o tabuları, ahlak anlayışını bir kenara atıp, yaşanan aşka saygı duyuyor. “İdam ettiler, bitti...Daha çok sorma artık.” sözünü okurken sadece , bu aşkta birinci kadın olup olmadığı bile belli olmayan diplomat eşine üzülüyor insan.

       Kadın o kadar çok seviyor ki adamı...Tüm hayatı onu beklemekle, ayda yılda birkaç kez görüşerek, kendine ait bir hayat kurmadan, sadece onunla görüşeceği günler için yaşamakla geçiyor. Kadının nelerden vazgeçtiğini bilmiyor adam. Nasıl bir ikilemin arasında boğulduğunu, kendini bir hayale kaptırıp, evli değilmiş gibi hissetmeye başladığını , aynı evi paylaştığı kocasının haberi bile olmadan, aynı evin içinde bambaşka bir hayat kurduğunu hiç bilmiyor.

     
       Kadın hep, onunla karşılaşmasını bu aşkın yaşanmak zorunda olmasına bağlıyor. İnsan aşıkken ne kadar mantıksız düşünüyor değil mi? Tüm rastlantıların bir sebebi varmış, ileride mutlaka tekrar karşılaşılıp yarım kalanlar yaşanabilirmiş gibi hissediyor insan. Oysa hayat garip rastlantılar yumağı değil her zaman. Kimi tesadüflerin yaşam içerisinde şaşılacak bir anlamı yok. Bir gün bir sokağa sapar, birini görürsünüz. Ben bu yolu seçmeseydim onunla karşılaşamazdım diye avutursunuz kendinizi. Oysa diğer sokağa dönseydiniz, başka biriyle karşılaşacak, aynı cümleleri yine kuracaktınız. Hayatın hepi topu bu işte.

       Kürşat Başar, hem ancak yazıya dökülünce yüce bir duyguya dönüşen yasak bir aşkı hem de arka planda Türkiye’de, dünyada neler olup bittiğini anlatıyor.  Siyaset, sinema ve sanat dünyasında yaşanan gelişmeleri ustaca yerleştiriyor satır aralarına yazar.
      
       Bu kitaptan bana kalan , aşkın yaşandığı zaman değil, yazıldığı zaman daha güzel olduğu ve hayatın önünde sonunda biteceği gerçeği...

       Evet hayat bir gün bitecek. Çocuklarımız büyüyecek, belki hiç kabullenemeyeceğimiz bir anlayışa bürünecek toplum, filmler eski tadı vermeyecek, unutamayız sandığımız kalp ağrılarının sızısı bile kalmayacak. Ellerimiz buruş buruş, yüzümüzde çizgiler, “daha dün bu sokaklarda koşuyordum ben” deyip, pencere önlerinde güneşimizin batacağı günü bekleyeceğiz. Dönmeyen sevgililerin, tutulamayan sözlerin aksine o güneş bir gün mutlaka bizim için de batacak.

       O gün gelene dek, nasıl hissediyorsanız öyle davranın. Ama hep güzel şeyler hissedin. Yaşanan şeylerin pişmanlığı elbet bir gün geçiyor da yaşanamayanların sızısı hep kalıyor. Güneşiniz battığında, yaşayamadığınız için pişman olduğunuz hiçbir şey olmaması dileğiyle...

       Not: Bazı kitaplar için, ben beğendim ama bilmem siz beğenir misiniz, ya da benim hoşuma gitmedi ama siz yine de okuyun derim. Bu kitap içinse mutlaka okuyun diyorum. Başucunuzdan müzik eksilmesin.