26 Şubat 2024 Pazartesi

Ankara, Mon Amour! - Şükran Yiğit

 




Ankara’ya bundan tam 22 yıl önce ilk kez gittiğimde beni gri bir şehir karşıladı. Hafif bir yağmur da yağıyordu. Eskişehir’den bir grup arkadaş trene atlayıp gitmiştik. Hayatımın en güzel yolculuklarından biriydi belki de. Ama tüm o neşemize rağmen Ankara’yı sevemedim. O yolculuktan 3 yıl sonra bu kez mesleğine başlamış ve üye olduğu sendikanın yaptıklarını henüz yargılamaya başlamamış, tüm düşünceleri kendi düşüncesi kadar art niyetsiz zanneden bir genç olarak gittiğimde de sevmedim Ankara’yı. Aylardan ekimdi ve inanılmaz soğuktu.

Tabii bir şehri sevmemek o şehirde geçen hikâyeleri sevmemeyi gerektirmiyor. Zaten öyle ön yargılarım da yok.  Ama yazarın bir önceki kitabı Burası Radyo Şarampol’ü Antalya’da geçtiği için ayrı sevmiştim. Daha doğrusu kitabı sevme nedenimi olayların geçtiği şehre bağlamıştım. Hatta karakterle kendimi özdeşleştirmiştim. Ne hikmetse bu kitabındaki karakteri de benimsedim. Demek ki olayın hikmeti yazarda. İki kitabında da geçmiş yılların Türkiyesinin anlatım tarzı insanı içine çekiyor. Çocukların gözünden dünyayı anlatmayı çok iyi biliyor yazar. Okurken siz de karakterle birlikte kah yedi kah on beş yaşına bürünebiliyorsunuz.  Ayrıca bence yazarın en büyük başarısı geçmiş yılları anlatırken toplum hafızasını iyi kullanmak.

“60’lı yılların sonları, Ankara… Süreyya’ya yapılan haksızlığın milletçe hepimizi elemden eleme gark edip, mahallemizin kadınlarının neredeyse toplu hezeyanlara kapılmasına, erkeklerin ise her gün sabah yedibuçuk ajansında Nasır’ın neler yaptığını dinleyip dinleyip yıllardır hasretini çektiğimiz liderin nihayet bulunduğuna inanmalarına beş var ya da beş geçiyor…”

“… Adyojolikandi ve İndira Gandi arasında hiçbir bağlantının olmadığının söylenmesinden duyduğum hayal kırıklığını bile düşünemez olmuşum…”

“Mahallede gazoz kapağı savaşları günde üç partiye çıkmış, köşedeki İtimat Bakkaliyesi’ne iki renkli misketler gelmiş…”

Sanırım bu cümleler yazarın bizi henüz çocukların sokaklarda doyasıya oynadığı zamanın tam ortasına tepeden bıraktığının ipuçları…

Peki ne anlatıyor kitap? İki küçük kızın arkadaşlığıyla başlayan kitapta imkânsız bir aşk beliriveriyor kapımızda. Suna, Emel, Gülay ve Ömer’in etrafında dönen hikâye hiç beklemediğimiz bir şekilde sona eriyor. Ama ben anlatılan aşktan ziyade Suna’nın ağzından anlatılan ilk bölümleri, hayatı bir çocuğun gözünden izlemeyi daha çok sevdim. Zaten sonraki her bölümü başka bir karakterden okuyoruz. Asıl konuşması gereken karakterin ne düşündüğünü, neden kendine böyle bir son hazırladığını ise hiç bilemeyeceğiz. Biraz yarım kalmış, sonları hızlı geçmiş bir hikâye gibi düşünülse de hayatın ta kendisi bence. Yaşanmak istenen çoğu şey yarım kalmıyor mu bizim için de? Ve hayat çağlayan bir nehir gibi hızla akıp gitmiyor mu ellerimizden?

Türkiye’nin 60’lı yıllarından başlayıp 2000’li yıllara kadar anlatılınca doğal olarak geçiş hızı daha da artıyor. Sonuçta bir dönem romanı değil. 60’lı, 80’li yılların tüm detaylarını, çalkantılarını okumayı beklerseniz hayal kırıklığına uğrarsınız. Ben sıcacık bir dille yazılmış, içinde çokça da hüzün barındıran bir hikâye olarak okudum. Sanırım yazarı benimsediğim için olumsuzlukları görmezden geldim. Yaş aldıkça daha mı hoşgörülü oluyorum yoksa bilemiyorum. 

Siz de sizi sarıp sarmalayan sonra da kalbinizde bir ağrıya yol açacak bir kitap arıyorsanız okuyabilirsiniz.

 

 

12 Ekim 2023 Perşembe

Gece Yarısı Kütüphanesi - Matt Haig

 

“Zaten insan bir yol ayrımında durup bekliyorsa mutlaka yanlış yolu seçiyor,” demiştim Hayat Hanım’ı yorumlarken. Sahi yanlış yolu değil de diğerini seçseydik hayatımız nasıl olurdu acaba diye düşündünüz mü hiç?  Seçtiğimiz yolu değiştirme şansı verilseydi peki? Belki de hayatımız bambaşka bir yola evrilirdi kim bilir…

Gece Yarısı Kütüphanesi tam olarak bunu anlatıyor işte.

Nora; yaptığı tüm seçimlerden pişman, gitmediği yolların hayaliyle kendini dünyaya kapatmış, mutsuz bir yaşam sürer. Artık böyle yaşayamayacağını düşünüp hayatına son vermeye karar verir. Hayatına son vermek istediği gece ise gözlerini bir kütüphanede açar.

Önüne tüm pişmanlıklarının yazılı olduğu büyük ve kalın bir kitap getirir görevli.

Ve ona bir şans verilir. İstediği pişmanlığı seçip değiştirme şansı…

İlk olarak sevgilisinden ayrılmayıp evlenseydi nasıl bir hayatının olacağını merak eder ve kendini o hayatın içinde bulur.

Gittiği hayatta hayal kırıklığı yaşadığı anda tekrar kütüphaneye dönecektir. Böylece Nora, şarkı söylemeyi bırakmadığı, yüzmeye devam ettiği, bir buz bilimci olarak çalıştığı, anne olduğu, arkadaşını yüz üstü bırakmayıp Avustralya’ya gittiği birçok hayatı deneyimler.

Ta ki asıl meseleyi çözene kadar. Nora, yaşadığı bazı hayatlar mükemmel olmasına rağmen yine de kalamaz o hayatlarda. Bazı hayatlarda ise dibi görür tabiri caizse.

Kitabın konusunu, anlatmak istediği meseleyi beğendim açıkçası. Peki, yılın en iyi roman ödülünü hak ediyor mu? Orası tartışılır. Kimi tanıtımlarda yazıldığı gibi baştan çıkarıcı bir kitap değil ama sürükleyici. Kitabın başlarında ilginç gelen bir hayatın farklı versiyonlarını yaşama şekli ise kitabın yarısından sonra tılsımını yitiriyor.

Çünkü kitabın yarısından sonra Nora’nın o hayatların hiçbirinden memnun kalmayacağını, aslında mutluluğun var olan hayatı olduğunu anlıyorsunuz. Yani bir nevi kamu spotu veriyor yazar.

Elinizdekilerin kıymetini bilin, hayatınıza farklı yönlerden bakın, hayatınızdaki güzellikleri görmeye çalışın vs. vs.

Tabii bu mesajlar okunmaya değer elbette ama kitabın içinde Schrödinger’in adının geçmesi ya da başka bir karakterin de farklı versiyonlar yaşadığının anlatılması kitabı kuantum fiziği temeline oturmuş bir kitap yapmıyor.

Kısacası sürükleyici, kafamı dağıtacak bir kitap okumak istiyorum derseniz elinizden bırakamadan okursunuz.

 

 


2 Ekim 2023 Pazartesi

Çocuk, Köstebek, Tilki ve At - Charlie Mackesy

 


Mütemadiyen kitap okuyorum ama yine de sürekli bu kitabı okumayı çok istiyordum bir türlü sıra gelmiyordu derken buluyorum kendimi. Bu kitap da yine böyle uzun zamandır aklımda olan ama bir türlü sıra gelmeyen kitaplardandı. Öğrencilerime yaptığım kitap listesine ekleyip onlardan önce ben okudum tabii ki.

Kitabın adını duymayan yoktur herhalde. 2019’da yayımlandıktan sonra 100 haftadan uzun bir süre Sunday Times Çoksatanlar Listesi’nde ilk onda kalmasının sebebini merak ediyordum. İçeriğini tam olarak bilmiyor, kitabı özel yapan ne acaba diye düşünüyordum.

Kitabı açınca önce bir şaşırdım. Yazarın kendi çizimlerinin arasında her sayfada yer alan birkaç cümleyi görünce bu muymuş dedim. Yalan yok. Ama cümleleri okudukça anladım ki bu sadece bir çocuk kitabı değil. Üstelik tek seferde okunup rafa kaldırılacak bir kitap da değil. Yediden yetmişe herkes okuyabilir. Ayrıca ne zaman kendinizi yolunu kaybetmiş olarak hissederseniz açıp birkaç cümle okuyabileceğiniz bir kitap.

Basit cümlelerle hayatı özetleyen bir felsefe kitabı ya da bir yol gösterici olan mutluluk kitabı ya da metaforlarla örülmüş ahlak kuralları kitabı… Artık siz neyi ne kadar anlarsanız. Ben kitabı hayatı özetleyen bir felsefe kitabı olarak kabul ettim. Yani şimdiye kadar neredeyse her cümlesini alıntılamak istediğim bir kitap olmamıştı sonuçta.

Kitabın başında yazar bize önsözde hem karakterleri hem de kitabını kısaca tanıtıyor. Çocuğun karşısına ilk önce köstebek çıkıyor. Köstebek daima pasta istiyor. İlkel benliğimiz gibi değil mi?

Tilki ise hayata karşı incinen yanımız, bu yüzden biraz sessiz ve temkinli. At belki de yola devam etmemizi sağlayan cesur yanımız.

Kitapta öyle cümleler var ki hala beynimde dönüp duruyorlar.

Büyüdüğünde ne olmak istiyorsun?

“İyi kalpli” dedi çocuk.

Sahi dünyada iyi kalpli olmaktan daha büyük bir erdem var mı acaba?

Sence en büyük zaman kaybı nedir?

“Kendini başkalarıyla karşılaştırmak,” dedi köstebek.

Bundan daha iyi bir hayat tavsiyesi olur mu sizce?

“Çok tuhaf değil mi? Sadece dışımızı görebiliyoruz oysa hemen her şey içimizde oluyor.”

“Genellikle en zor kendini affediyorsun.”

“Söylediğin en cesurca şey neydi?” diye sordu çocuk.

“Yardım et,” dedi at.

Şu cümleyi okuyup sessizce sindirmeye çalışın, gerçekten de yardım isteyebilmek çok önemli değil mi?

Benim en sevdiğim alıntı ise şu oldu:

“En büyük yanılgı, dedi köstebek. Hayatın mükemmel olması gerektiğidir.”

Ne hayat mükemmel ne de biz. Mükemmel olmak zorunda da değiliz. Ama sevilmeye layığız. O yüzden ezcümle hayatın anlamı sevmekte gizli.

Bu kitabı alıp başucunuza koyun, ne zaman ilerleyemeyeceğinizi düşünürseniz açıp birkaç cümle okuyun.

24 Ağustos 2023 Perşembe

Eski Hastalık - Reşat Nuri Güntekin

 

Bir hafta önce yaz okulu sınavım vardı. Derslerimden biri de Cumhuriyet Dönemi Türk Nesri idi. O derse çalışırken bir kez daha anladım ki Türk Edebiyatı muazzam bir edebiyat. Okunması gereken o kadar çok eser var ki… Hepsine vakit ayırmaya kalksam yeni yazarlara zamanım kalmayacak. O yüzden bir yeni bir eski yazar şeklinde gitmeyi düşündüm ve kütüphaneye gidip tercihimi Reşat Nuri Güntekin’den yana kullandım. Çünkü Reşat Nuri Güntekin çok sevdiğim yazarlardan biridir. Çalıkuşu da en sevdiğim kitabı. Bu kitap da kesinlikle ikinci sırada yerini aldı artık. Bunca zaman neden okumadığımı da hala anlamış değilim. Hak ettiği değeri görememiş bir kitap olduğunu düşünüyorum.

Bu arada eskisi gibi okumak istediğim her kitabı satın alamayıp kütüphanelerden faydalanıyorum. Evin kitap satın alma limitlerini bizim böcük fazlasıyla dolduruyor. Üstelik ne biz hayır artık kitap satın alma diyebiliyoruz ne de o kitap almaktan vazgeçiyor.

Şimdi gelelim kitaba:

Züleyha’nın İstanbul’da başka bir erkekle kaza geçirip hastanede gözünü açmasıyla başlıyor kitap. Oldukça basit görünen, bir aldatma hikâyesi gibi başlayan kitap, yazarın ustalığıyla, aynı zamanda Milli Mücadele yıllarının ve 1930’lardaki Türkiye’nin küçük bir panoraması[1] haline dönüşüyor. Üstelik merak unsuru her sayfada çoğalıyor.

Kocası Züleyha’yı almaya geliyor ve İstanbul’dan Silifke’ye bir ay sürecek bir gemi yolculuğuna başlıyorlar. Yolculuk sırasında geçmişe dönüşlerle Züleyha ve Yusuf’un nasıl evlendiklerini öğreniyoruz. Züleyha’nın evliliğe bakış açısı o döneme göre düşünüldüğünde oldukça ilginç. Ama yazarın zaten dönemin kadınlarına örnek olacak “kadın tipi”ni romanlarında kullandığını biliyoruz. Belki de bu yüzden Reşat Nuri ve benzeri yazarlar önemli. 1930’larda henüz kadınlara hiçbir ülkede seçme ve seçilme hakkı bile verilmemişken ( tabii Türk kadınının o yıllarda bu seçimi elde etmek için gösterdiği çabaları hiçe saymamak lazım) kitaplarda “seçim” yapan kadınlara yer verilmesini oldukça yerinde bir hareket olarak buluyorum. Hatırlarsanız Çalıkuşu da kaderine razı olmamış ve zorluk çekeceğini bile bile başkaldırmıştı. [2]

Züleyha’nın çocukluğu babasının savaştan dönmesini beklemekle geçiyor. Annesi ile ilgili çok bilgi verilmiyor. Ama yaşadığı çevrenin o dönemin İstanbul sosyetesi olmasına vurgu yapılıyor. Züleyha’nın hayatında babası uzun bir süre olmamasına rağmen daha etkili rol oynuyor.

Kız çocukları için “baba” ne kadar önemli bir karakter. Annenin kaderi kıza derler ama bir kızın bütün kaderini babasıyla olan ilişkisi belirliyor galiba. Züleyha babasını bırakmamak için hayatının tamamen çocukluğunun ve ideallerinin tam aksi bir yönde evrilmesine izin veriyor.

Ve evliliği de bir mantık kuralları çerçevesinde ele alıyor. Daima gardını almış ve her hareketin hesabını yapar bir hale geliyor. Tabii biz hep Züleyha’nın açısından bakıyoruz, bu evlilikte babasının birlikte savaştığı, bir “derebeyi” olan Yusuf’un neler düşündüğünü bilemiyoruz. Belki Züleyha kendine Yusuf’a âşık olma hakkı tanısaydı daha mutlu olacaktı.

Başına gelen kazadan sonra Yusuf’un onu almaya gelmesini hiç beklemez aslında Züleyha. Üstelik evlerine dönecek olmalarına hiç anlam veremez. Yol boyunca biz de merak ederiz. Yusuf’un aklından neler geçiyordur? Açıkçası o kadar merak ettim ki bir ara son sayfalara bir göz atsam mı dedim. Tabii yapmadım sadece okumayı hızlandırdım. Beni merakta bırakan yazarı da kutladım tabii ki.

Züleyha’nın yol boyu kişiliğindeki dönüşümleri, hayata bakış açısının olağan bir şekilde hiç göze batmadan değişmesini zevkle okudum.

Kitabın sonlarına doğru içimi bir heyecan dalgası kapladı. Yusuf Züleyha’yı affedecek mi? Züleyha aslında affetmeyi gerektirecek bir şey yapmış mıydı? O meseleyi ne zaman konuşacaklardı? Evlilikleri devam edecek miydi? Peki kitabın adı neden “Eski Hastalık”tı?

Kitabı bitirince bazı sorulara cevap buldum bazılarına bulamadım. Kitap sizin de ilginizi çektiyse mutlaka okuyun. Ama sadece bir aşk kitabı gibi değil de arka plandaki Türkiye’yi de fark ederek okuyun. Ayrıca yazarın dili bence çok ağır değil ama Çalıkuşu’na göre daha çok bilmediğim kelime vardı. Birkaç alıntı sanırım dilini anlamak için daha faydalı olacaktır. Mesela “idil” kelimesini cümle içinde hiç kullanmadığımı fark ettim.

“ Herkes kendi hayatını yaşamalıdır. Hiçbir sevgimiz bizi mukadderatımızın yolundan alıkoyacak bir ayak bağı olmamalıdır” şeklinde roman cümlelerini daima tekrar eder ve annelerinin dizleri dibinde yaşayan, onların verdiği kocaya benliğini esir eden Türk kızlarını istihfaf ederdi.

(Sanırım bu alıntı Züleyha’nın bakış açısını en iyi anlatan örnek.)

Zaferi kazanan hakikaten değerli ve kıymetli kumandanlar, vaziyet-i siyasiyenin nezaketini takdir edip ifrata gitmezler, politika ve diplomasi işlerini ehline bırakmak ferasetini gösterirlerse memleket kurtulmuş sayılırdı!

(Bu alıntı da yazarın bakış açısını en iyi anlatan örnek galiba)

Öteki aşk gibi hiç beklenmedik bir dakikada bilinmez sebeplerle başlamış olan bu İdil’e zarar verir korkusuyla ciddi mevzulara dokunmaktan çekiniyorlar, hep ehemmiyetsiz şeylerden bahsediyorlardı.

(Burada idil kelimesi aynen bu şekilde ( İdil’e) özel isim gibi yazılmış.  Soyut kavram, düşünce anlamlarında kullanılmış.)

 

 

 



[1] Panorama demişken, Eleştiri Tarihi  dersinde Yakup Kadri’nin Panorama adlı eserinden bahsediliyordu. Cumhuriyet döneminin ilk 25 yılını öğrenmek için mutlaka okunması gereken bir kitap olduğu söyleniyor. Okunacaklar listeme ekledim bile.

 

[2] Kitap 1938'de yazılmış. Kadınlara seçme ve seçilme hakkı 1934’te verildi evet ama benim anlatmak istediğim Züleyha’nın yetiştiği dönemin genel anlayışı.

 


30 Haziran 2023 Cuma

Körburun - Hikmet Hükümenoğlu


 

         Alışılmışın dışında, tek bir ana kahramana bağlı olmayan, sonunda sahi şimdi bu kimin hikâyesiydi diyeceğimiz bir kitap Körburun.

Olayları kronolojik sıraya göre anlatmayan, geri dönüşler yaşatan, belirsiz sonları olan, kime ne olduğunu hemen söylemeyen, okura merak etme imkânı veren kitapları çok sevdiğim için Körburun’u da çok beğendim.

Bol karakterli ama karakterlere önemleri ölçüsünde yer verildiğini düşündüğüm kitapta mekân her ne kadar hayali olsa da kahramanlar gerçek.

Çevremizde de kötülüğü bir gömlek gibi üzerine giyen Hayriler, yanlış seçimler yüzünden tüm hayatının heba eden Meraller, gerçekler gözünün önünde öylece durduğu halde görmek istemeyen ve bu hayatta ne aradığını bilmeyen Seherler yok mu?

Kitap 1990’lı yıllarda başlıyor. Körburun’a atanan bir öğretmenin hikâyesini okuyacağımızı zannediyoruz önce, kaybolan Seher’le ilgili söylentilere de yer veriyor giriş bölümünde sonra 1960’lı yıllara dönüyoruz. Reyhan ve Meral çıkıyor karşımıza önce, sonra da tüm roman boyunca nefret edeceğim Hayri… Hayri her dönemin adamı,kendi çıkarı uğruna yapmayacağı şey olmayan,zengin ve güçlü olmanın hayaliyle yaşayan bir adam.

En sevdiğim karakter ise Hayri’nin annesi Neriman abla. Çocuk yaşta evlendirilince ruh sağlığını korumak için yazarın deyimiyle ruhunda bir pencere açmış ve o pencere farklı bir sese dönüşmüş. Hani karşımızdaki kişiye söylemek zorunda olduklarımızı söylerken bir yandan asıl söylemek istediklerimizi fısıldayan bir iç sesimiz olur ya, işte o ses Neriman ablada kendi sesiyle eş değer çıkıyor. Bir kişilik bölünmesinden çok toplumun bize söylettikleri ile asıl söyleyeceklerimizin aynı anda seslendirilmesi gibi. Mesela karşısındaki kişiye “buyur gel” derken yine yüksek sesle “geldi yine kör olasıca” deyip ardından “öyle şey denir mi kız ne ayıp” diyerek kendini azarlayabiliyor. Hâsılı eğlenceli bir karakter.  Üstelik adada aklı başında tek insan bence.  Dimitri Paşa ve köpeği Loki’ye yapılanları okuyunca siz de benim gibi düşüneceksiniz. 1964 Rum tehciri olayının Körburun’da nasıl vuku bulduğunu okurken içiniz cız edecek.

Kitap sadece Rum tehciri değil, 12 Eylül döneminden de izler taşıyor, ülkemizin 30 yıllık bir kısmını anlatıyor ama 60’lar, 90’lar, 2000’ler 2050’ler hiçbirinin diğerinden bir farkı olmadığını anlıyorsunuz. Her daim zorba olan güçlü, güçlü olan haklı, zayıf olan korkak, toplum balık hafızalı, insanlar bencil…  

Bu kadar karamsarlık yeter demiş olacak ki yazar okura kitabın sonunda bir jest yapmış. Belki de bize acıdı bilemiyorum. Kötü bir son aklımızda kalmasın diye sonu yazdıktan sonra bir önceki bölüme dönmüş. Umut hep var demek istemiş belki de. Ya da karışık çerez tabağından çürümüş bir fıstık yedikten sonra ağzımız tatlansın diye şeker leblebiyi ağzınıza atmışsınız gibi…

Körburun yazarın okuduğum ilk kitabıydı. Her kitabında meydandaki garip sahaf ayrıntısı varmış. Sahaftaki adam yazardır belki de. Sırf bu ayrıntıyı tekrar okumak için bile diğer kitaplarını okurum.

Eğer yazarı daha önce okumadıysanız bir şans verin. 600 sayfalık kitabın bir çırpıda nasıl bittiğini anlamayacaksınız.


7 Haziran 2023 Çarşamba

Burası Radyo Şarampol - Şükran Yiğit

 


    Uzun zamandan beri beni çok etkileyen bir kitap çıkmıyordu karşıma. Güvercin romanından sonra okuduğum kitapların yorumunu yapmaya bile gerek görmedim. Hatta tüm güzel kitapları okuduğum için hayıflanıyor, keşke bazı kitapları şimdi okuyor olsaydım diyordum. Kitap okurken satır aralarında kaybolmayı, okuduğum kitabın beni bazen başka dünyalara bazen de çok bildiğim bir hayata götürmesini özlemiştim.

    Sonra bir gün Armağan Çağlayan’ın bir programında bir siyasetçinin ağzından duydum Şükran Yiğit’i. Tam da siyasetle yatıp siyasetle kalktığımız, her kameradan her mikrofondan bir siyasinin çıkmasına alıştığımız, haber kanallarının siyaset yorumcularıyla dolup taştığı, “an”a bile hükmedemezken kimi insanların geleceğe hükmetme arzularıyla boğulduğumuz bir zamanda bir siyasinin ağzından bir yazar ismi duymak beni çocuk gibi sevindirdi.

    Hemen yazarın kitaplarını araştırmaya başladım. “Ankara, Mon Amour!” ile “Burası Radyo Şarampol” arasında kaldım ama Antalya’da yaşayan biri olarak Burası Radyo Şarampol kitabını seçtim.

    Çocukluğum Antalya’da geçmedi ama Filiz’in çocukluğunun geçtiği Antalya benim çocukluğumun geçtiği şehirle aynıydı. Belki ikimiz de deniz kenarında büyüdüğümüzdendir. Belki de o yıllar hepimiz aynıydık. Aynı kıyafetleri giyiyor, aynı mahalle okullarına gidiyorduk. Sevinçlerimiz de üzüntülerimiz de aynıydı. Toplumdaki kast sistemi bu kadar bariz değildi. Sınıfsal uçurumlar yoktu. Belki de ben Antalya’yı çok sevdiğim için hemen bağ kurdum kitapla aramda. Filiz’le Konyaaltı’nda denize girdim. Annesiyle Şarampol’deki evin sokak kapısının önünde oturdum. Mine’yle Memurevleri’ni, Işıklar Caddesi’ni dolaştım.

    Bir çocuğun gözünden başlayan yolculuğa o büyüdükçe ben de büyüyerek devam ettim. Kendi çocukluğumu düşündüm. Beş kardeşle büyüyen ben, tek çocuk olan Filiz’de buldum kendimi.  O büyüyüp Almanya’ya gitti. Ben aynı ülkede kaldım oysa. Yine bir kapana kısılmışlık hissi geldi boğazıma yapıştı. Sonra baktım, başka bir ülkeye giden Filiz de aynı kapana kısılmışlıkla, gittiği her yerde olmadığı yerin özlemiyle baş etmeye çalışıyor. Herkes böyle mi acaba? Hep gidilmeyen yolların hayaliyle mi yaşıyor insanlar? Yoksa bu konuda da mı azınlıktayız. :)

    Filiz 1980 Türkiyesi’nde lise yıllarındayken başladığı romanını 2019’larda sonlandırıyor. Bu süreçte yarım kalan aşkları,yarım kalan dostlukları, darbe yıllarının etkisini ( tam bir dönem kitabı olmadığı için darbe yıllarında yaşananlara odaklanmıyor ama günlük yaşama olan etkisini serpiştiriyor aralara), Berlin duvarının götürdüklerini ve yıkılışının getirdiklerini akıcı bir dille anlatıyor. Fonda ise daima bir müzik çalıyor. Bazen Neil Young bazen Communards… Benim tarzım değil ama dünyanın grunge müzikle coştuğu yıllar. Kitapta geçen müzikler bana uymasa da satır aralarına serpiştirilen kitaplar gönlümü kazanmaya yetti.

    Fakat kitabın sonlarına doğru bir hüzün kapladı içimi. Kitap ışıltısını kaybetti diye düşündüm önce. Sonra fark ettim ki hayat tam olarak bu.

    Çocukken yaşanan duyguların coşkunluğu, mutsuzluğun yakıcılığı, yürek sızıları yolun yarısından sonra önemini yitiriyor. Artık coşku yerini umursamazlığa bırakıyor. Aşk daha az mutlu ediyor. Hatta ayrılıklar da daha az mutsuz ediyor insanı.

    Filiz’in hayatına tanıklık ederken, bir tek Ali ile tekrar karşılaşmalarını çok istedim. Bu böyle bitemez dedim. Evet bazı aşklar yaşanır biter, bazı aşklar nefrete bile dönüşür. Ama bu olmamışlık hissi tamamlanmalı, bu birlikte olsalardı ne olurdu, hayat daha mı renkli olurdu sorusu mutlaka cevaplanmalıydı.

    Tamamlandı mı dersiniz? O kadarını da söylemeyeyim, siz okuyup anlayın. 2021 Attila İlhan roman ödülü almış bu kitabı da mutlaka okuyun. Yazarın dilini anlamanız açısından çok beğendiğim birkaç cümlesini de aşağıya bırakıyorum.

"İnsanın hep elinden alınan diğer yarısını aradığı, buluncaya kadar da huzur bulamadığını anlatan efsane gibi ben de sanki o yıllar boyunca hikayemin öbür yarısını aramıştım."

"Ne var ki Ella da ben de arkamızda bıraktığımızı, güzelliğini bozmadan içimizde taşımamızın tek yolunun ondan vazgeçmek olduğunu artık biliyorduk."

"Hayatımda; gerçek hayatımda bazı insanların zaman ve hacim olarak bu kadar az yer kaplamasına rağmen neden varlıklarını zihinsel hayatımda inatla sürdürdüklerini anlamaya çalışıyordum."

"Geçmişin çocukluk, geleceğin ise sadece bir bilinmezlik olduğu o boşlukta, ne çocuk ne de yetişkin olunan o on dört yaşın başıboşluğunda tek başıma ve her defasında daha büyük daireler çizerek evden okula, okuldan eve gidip geliyordum."

 

23 Nisan 2023 Pazar

Güvercin - Patrick Süskind


    İçim hâlâ buruk. Ne desem boş… Hayatın bu kadar geçici olduğunu bilip yine de incir çekirdeğini doldurmayacak şeylere kafa yormaya devam ediyorum…

    Yolun neresinde olduğunu bilmediğim şu hayatta hâlâ içimde var olan bir şeyler yapmalıyım hissini atamıyorum ruhumdan. Okula gidip geliyorum. ( Öğretmenler asla işe gidiyorum demez.) Beyazfil’den gelen kitapların editörlüğünü yapıyorum. Edebiyat bölümünde 3.sınıfa geçtim. Vizelere finallere çalışıyorum. Evde boyuma yaklaşmış ergenliğe adım adım yaklaşan bir canlı bombayla ve kızı büyüdükçe pimpirikliği artan bir eşle vakit geçiriyorum. Ama hâlâ boşlukta gibiyim. Ben ne yapıyorum diyorum. Benden sonra geriye ne kalacak? 70-80 yıl yaşadıktan sonra öylece yok olup gidecek miyim?

    Bu ruh hâlinde okudum Güvercin kitabını. Yıllar önce Koku romanını okuduğumda yazarın hayal gücüne hayran olmuştum. Güvercin’de ise kalemi beni cezbetti. Metaforları bu kadar doğru kullanması, kahramanın iç dünyasını derinlemesine yansıtabilmesi kaleminin yetkinliğinin kanıtı.

    Son zamanlardaki düşüncelerimden mi bilmem ama Jonathan Noel’i çok ama çok iyi anladım. Dört duvar arasında sıkışıp kalmışlık hissi, her gün yaşanılan aynı şeyler, hayatın âdeta rutin yumağına dönmesi…

    Neyse ki Jonathan gibi bir bankanın önünde nöbet tutmuyorum. Çocuklarla her gün farklı bir durum yaşayabiliyoruz. Ama yine de her sabah okula aynı yollardan gitmek bile yetiyor. Belki de sıkışıp kaldığım şey yaşam biçimim değil, ruhumun duvarları beni sıkıştıran...

    Jonathan’ın yaşadığı bu sıkışmışlık hissini derin bir korkuya dönüştüren şey ise bir güvercin.

    İnsanlardan izole bir yaşam seçip, yaşadığı odayla derin bağlar kurmuş olan Jonathan, bir sabah uyandığında odasının kapısında beliren güvercin yüzünden odasını terk eder. Tüm rutinleri bozulur.  Yazar bize bir güvercinin insanın tüm hayatını nasıl alt üst edebileceğini gösterir. Yaptığı derin tahlillerle bunun mümkün olduğuna inanırız.

    Bu kitabın sonunda asıl sormamız gereken soru ise şu:

    Jonathan’ı korkutan, rutinlerini alt üst eden bir güvercindi. Acaba bizim yaşadığımız hayatı aynı şekilde sürdürmeye devam etmemizin sebebi kendi güvercinimizin karşımıza henüz çıkmaması mı? Ya bir gün bizim de karşımıza bir “güvercin” çıkarsa…

    Bir diğer soru ise yazar;

“… İnsanlara güvenilmeyeceği, huzur içinde yaşayabilmenin ancak onları kendinden uzak tutmakla olabileceği sonucunu çıkardı…” derken haksız mı?