28 Haziran 2025 Cumartesi

Görünmeyen Acılar Görünür Yargılar


 Hayatımıza sosyal medya girdiğinden beri dengemiz bozuldu bence. Paylaştığımız şeylerden sorumlu değiliz sadece. Ne yazık ki paylaşmadıklarımızdan da sorumlu tutuluyoruz.

Zaten ülkede o kadar çabuk gündem değişiyor ki her şeyi paylaşmak mümkün değil. Hele benim gibi çok paylaşım yapmayı sevmiyorsanız.

Ama benim bahsettiğim ülke sorunlarıyla alakalı değil. Tamamen bireysel. Mesela çok sevdiğiniz birini kaybediyorsunuz. Onu sürekli sosyal medyada paylaşmadığınız için yakınlarınız tarafından içten içe kınanıyorsunuz. Üstelik yüzünüze de hiçbir şey söylemeden.  Kalbinizde nasıl bir sızı bıraktığını instagram hesabında bol acılı bir müzikle yayınlamadığınız için üzülmediğiniz düşünülüyor. Acılı müzikle paylaşım yapanları da yadırgamıyorum. Hatta yadırgamamakla kalmayıp yanlış da bulmuyorum. Hayatın tek bir doğrusu olmadığını, herkesin farklı pencerelerden baktığını ve kimsenin kimseye düşüncesinden dolayı bir üstünlüğünün olmadığını geç de olsa öğrendim. 

O yüzden lütfen yapmayın. Niyet okuyucusu olmayın. Kimin içinin kan ağladığını kimin daha çok üzüldüğünü bilemezsiniz. 

Ha bir de ritüeller var. Sen yasını tuttuğun insan için bisküvi arası lokum dağıtırsın, ben yaptıklarımı söylemediğim için unutmakla suçlanırım. Hani yaptığımız şeyleri gösteriş olsun diye değil içten gelerek yapıyorduk inandığımız dinde. Tabii bu din değil ritüel olduğu için bak yine kızamadım.

Ezcümle birbirimize görünmeyen duvarlar örmeden, anlayış ve saygı içinde yaşayabileceğimize inanıyorum hala.

Bu inancım gün geçtikçe zayıflıyor ama olsun hala umut var.


8 Haziran 2025 Pazar

Atmaca - Hikmet Hükümenoğlu

 

Yazarla ilgili olan düşüncelerimi söylemeye bilmem gerek var mı? Bir şekilde yazdıklarına bağlıyor beni. Yüzümde garip bir tebessüm bırakıyor çoğunlukla. Bazen geçmişe ait bir iz, bazen sevdiğim bir kitabın adını görüyorum romanlarında. Eğer ana karakterle de bağ kurabilirsem kitabı beğendim diyebiliyorum.


Ömer’in edebiyat dergisi çıkarması mı,( bir zamanlar Sosyal Edebiyat dergisi çıkarmıştık. Hey gidi günler.) üniversitede akademisyen olması mı,( tabii o da elinden alınıyor o ayrı bir konu) sevdiği kitaplar mı yoksa gerçek zannettiği geçmişinin aslında çok farklı olması mı bilmem ama çabuk bağ kurdum.


Aslında kitap Ömer’in yazdığı mektupla tam olarak mektup değil de kendi hayatını biri için yazıya dökmesiyle başlıyor. Bu kişinin kim olduğunu da kitabın sonunda öğreniyoruz. Ömer lise yıllarından yani 1990’lardan başlayarak anlatıyor yaşadıklarını. 2019’lara kadar devam ediyor.

Ömer arkadaşlarıyla lisede edebiyat dergisi çıkarmaya çalışan ama idarenin engeli yüzünden dergi konusunda yalnız bırakılan bir çocuk. Üstelik küçük yaşlarda annesini kaybetmiş, annesinin ölümünden sorumlu tuttuğu kardeşiyle ve babasıyla anlaşamayan sadece ablasıyla arası iyi olan öfkeli biri.


Yazar Ömer’in hayatı akıp giderken ülkenin de nasıl bir değişime uğradığını çok yerinde tespitler yaparak anlatıyor. 1990’lı yıllardan 2019’lara kadarki zamanı anlatırken Türkiye’de yaşanan siyasi olaylara, gündelik yaşama yer veriyor. Böyle olunca bazen yazar konuyu dallandırıp budaklandırıyor gibi hissedebilirsiniz. Ama hayat tek bir yolda akıp gitmiyor. Bizim farkında olup önemsemediğimiz ya da farkında bile olmadığımız çok yan yol var.



 

Bir kitapta en sevdiğim şeylerden biri sevdiğim kitap isimlerine rastlamak. Çünkü kitaplar bizi başka kitaplara götürmeli. Diğer hoşuma giden şey ise yazarın diğer kitaplarındaki karakterlere rastlamak. Burada ikisi de mevcut.


Ayfer Tunç Yeşil Peri Gecesi, Yusuf Atılgan Anayurt Oteli, H.A. Toptaş Gölgesizler, Latife Tekin Sevgili Arsız Ölüm... Kitapta geçen ve benim sevdiğim kitaplardan birkaçı.


Ve Körburun’daki Onur hoca ve bizim meşhur kitapçı. Hükümenoğlu’nun kitaplarıyla ilgili yorum yapanların hala bu kitapçı detayına nasıl önem vermediklerini anlamıyorum. Bir kitapta başka bir kitaptan karakter görünce yabancı bir şehirde sevdiğim birine rastlamış gibi oluyorum ben.


Kitapla ilgili en çok eleştirilen şey ise atmaca metaforunun yeterince iyi işlenmediği olmuş.

Galiba çoğu okur o atmacının bir yerde daha belirgin bir şekilde ortaya çıkmasını, olayların gidişatını tamamen değiştirmesini ve bizim de aaa bak işte atmaca bu yüzden var dememizi istiyor.

Sonuçta kitabın başında Ömer’in yaz tatilinde çalıştığı butik otelde garip bir şekilde ortaya çıkıp sonra metafor olarak onun göğsüne yerleşen atmacanın çok ses getirmesi gerektiği düşünülmüş.

Oysa içimizde kopan fırtınalar her zaman çok ses getirmiyor. Usul usul alttan çalan bir fon gibi ömür boyu süren bir ses, atılan çığlıktan daha mı az değerli?

Ben bu yapılan eleştirileri haksız buldum. Ömer’in öfkesi gerçek bir insanın öfkesiydi. Yıllar süren hiç geçmeyen duyguları çok iyi bilirim.

Yani ezcümle ben yine Hükümenoğlu’nu beğendim. Hep yazsın hep okuyayım.

Bu arada görseli bu kez yapay zekaya yaptırdım. Sevdim ben yapay zeka işini ama dipsiz bir kuyu gibi dikkat etmek lazım.

26 Nisan 2025 Cumartesi

Blogları Canlandırma Projesi - Nisan

 


 


Blogları canlandırma projesinin nisan ayı konularından biri de yağmurdu. Bu konuda ben de yazmak istedim. Zaten çoğu zaman projeye dâhil olmak istiyor ama bir türlü zaman yaratamıyordum. Ya da tam o konuyla ilgili yazmak istesem zaman dolmuş, o ay bitmiş oluyordu. E biliyorsunuz ki zaman çabuk biten bir şey. 

Bu kez yazdığım ödevi yarım bıraktım, ödevin ortasında hop yeni bir sayfa açıp bu yazıyı yazmaya başladım. Ödevimden kaçıyor da olabilirim ama orasını karıştırmayın boş verin siz. Yağmur konusunda ne yazabilirim diye düşünürken, neden kısa bir hikâyecik yazmayayım dedim. Bakalım nasıl olacak…

“Yağmur usul usul, şıp şıp şıp diye damlamaya başlamıştı yeni boyattığı ayakkabısının tam da ucuna. Daha ne kadar burada böyle bekleyeceğini kendi de bilmiyordu. Yağmurun ne zaman duracağı belli mi olurdu? Belki saatlerce sürer belki de birden kesiliverirdi.

Damlaların giderek hızlanacağını önünden geçen insanların telaşından anlayabiliyordu. Kimsenin ıslanmaya tahammülü yoktu. Bir an önce kuru bir yere, olmadı bir dükkân tentesinin altına girmeye çalışıyorlardı. Koşan insan sayısı artınca oturduğu banktan ayağa kalktı, etrafını sakince izlemeye devam etti, henüz gitmeye niyeti yoktu.

Her düşen damlada bir anı gözünün önünde büyüyordu. Bir damlada sokakta misket oynuyor, diğerinde okuldan çıkar çıkmaz kravatını gevşetip top sahasına koşuyor, öbüründe işten dönerken karşısına çıkan deniz mavisi iki gözün esiri oluyordu. Hayat da tıpkı bu damlalar gibi hızla akıp gitmişti. Hiç anlamamıştı zaman nasıl bu kadar hızlı akabilmişti. Şimdi saçlarının beyazları her geçen gün artıyordu ama artık bir önemi yoktu. Çünkü onun için zaman yirmi yıl önce tam da burada durmuştu.

Damlaları izlerken yanından geçen genç adam bir yandan ona seslenip bir yandan koşmaya devam etti.

“Arif amca hadi evine git, bu kez yağmurun durmaya hiç niyeti yok ıslanma, hasta olacaksın.”

Adamın sesini duyunca uykudan yeni uyanmış gibi başını kaldırdı ve kaldırımdan yola indi, ellerine baktı. Yıllar önce tam da burda yağmurda kayıp arabanın altında kalan bir çift mavi gözün ellerinin sıcaklığı hala ellerindeydi."

 

Tamam tamam bu kadar duygusallık yeter, dağılabiliriz. 


29 Ocak 2025 Çarşamba

Kapak Kızı - Ayfer Tunç

 


 

Siz hayatın neresindesiniz?

Bulunduğu yerin doğru taraf olduğuna emin olup karşı tarafta olanları yargılayan kısımda mı?

Korkaklar tarafında mı?

Sonuna kadar gidenlerin tarafında mı yoksa hiçbir şey yapmadan yaşayanlar tarafında mı?

Şebnem dibe inmeyi göze alanlardan, Ersin ve Selda ise hayatın akışını bozmaktan korkanlardan.

Öyle pat diye girdim olaya baştan alayım en iyisi.

Ankara’dan İstanbul’a giden trenin yemekli vagonunda aynı fotoğraf yüzünden kendilerini sorgulamaya başlayan üç insan. Ersin, Selda ve Bünyamin…

Ayın Kapak Kızı Şebnem’in çıplak hatta fazla çıplak fotoğraflarına bakıp hayatlarını sorgulamaya başlayan birbirinden habersiz bu üç insanın iç dünyalarının bir fotoğrafla nasıl alt üst olduğunu anlatıyor yazar.

Ersin ve Selda bir zamanlar hayatlarından geçmiş bu güzel kızın onları aslında nasıl da derinden etkilemiş olduğunu fark ediyorlar. Bünyamin ise hiç tanımadığı birinin fotoğrafı üzerinden kendi hayatı ile ilgili kararlar veriyor. Her biri o fotoğrafta farklı şeyler görüyor. Tıpkı hayat gibi...

Herkes hayata kendi penceresinden bakıyor. Herkes baktığı yerden haklı görüyor kendini.

Ben hep imrenmişimdir kendini haklı görenlere. Çünkü kendimi her haklı görüşümün arkasından içimde bir ses fısıldar: “Emin misin?”

Bu sesi hiç susturamam, çok derinden gelir ama nettir.

Belki de bu yüzden Selda’yı çok iyi anladım. Selda Şebnem’in fotoğrafı için Ersin’e:

“...kendinizi fazla önemsemiyor musunuz? Siz herkesin onayladığı saygın alandasınız da, oradan Şebnem’e merhamet gösteriyor, onu bağışlıyor gibisiniz. Durduğunuz yerin doğru olduğundan nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz? Onu bağışlamak sizin haddiniz mi?” diyerek aslında temeldeki en büyük sorunumuzu dile getiriyor.

Ne haddimize?

Haddimiz olmayan şeylere öyle hadsizce yorumlar yapıp yargılıyoruz ki…

Ayfer Tunç gizli bir mesaj verir gibi anlatmış bunu. Öyle ortalara dökmeden kamu spotu gibi gözümüze gözümüze sokmadan ki bu benim en sevdiğim yazar üslubudur.

Ama bir kitapta hangi cümlenin kimin için gizli mesaj olacağı belli olmaz. Belki siz Selda yerine Bünyamin’e odaklanırsınız.

Karısının kendisini aldattığını düşünen, bunun için elinde hiçbir kanıt yokken şüpheyle dolan, çocuğunun olması çok düşük bir ihtimalken hamile kalan karısını önce düşüncelerinde yargılayan sonra aklayan, Şebnem’in fotoğrafı yüzünden elleri yanan Bünyamin’e.

Ya da sevdiği sandığı Şebnem’i yarı yolda bile değil henüz yola çıkmadan terk eden Ersin’e.

Ben her ne kadar Selda’ya odaklansam da Şebnem’in hayatını çok merak ettim. Bu yüzden merakımı giderebileceğim Yeşil Peri Gecesi kitabını da bir an önce okuyacağım.

Ersin’i ise açıkçası hiç merak etmedim. Çok iyi tanıyorum onu. Yarı yolda bırakmayı iyi bilen,kendi düzenini bozmaktan ödü kopan, sanki mağdurmuş gibi bir tavır takınıp aslında hayatını bal gibi de yaşayan, karşıdakinin hislerini düşünmeden kendi içine odaklanan biri işte. Düşünmeye değmez. Hem Ersinleri sadece karşı cins olarak düşünmeyin. Öyle çok arkadaşınız vardır belki de…

 

 

17 Kasım 2024 Pazar

Sonra Gözler Görür - Hikmet Hükümenoğlu


 

Yazardan okuduğum dördüncü kitap. Bir yazarın birden fazla kitabını okuduysam onu kafamda bir kalıba soktuğumu fark ettim. Kafamda bir kalıp olunca da objektifliği kaybediyorum. Yazara da haksızlık yapıyorum bazen. Hükümenoğlu da kafamda bir kalıba sahip.

Duyguları çok iyi analiz eden, kurguyu iyi ayarlayan ve imla hatası yapmayan, cümle yapısını beğendiğim bir yazar. Bu kalıplarla kitabı okumaya başladım ve aslında türünü bildiğim halde polisiye tarzda bir roman karşıma çıkınca ilk sayfalarda duraksadım. Sadece kafamdaki kalıp yüzünden değil. Peki neden? Çünkü biz alışmışız yerli polisiyeyi tek bir kalemden okumaya. Bu arada o yazarın da son kitabını aldım. Kendisini de severek okurum ama sanki polisiye tek bir yazarın tekelindeymiş gibi benimsemişim. Farklı bir yazardan polisiye okuyunca önce yadırgadım.

Ama bu kitapta biraz ilerleyince anladım ki duyguları bu kadar iyi analiz eden, kurgu hatası yapmayan bir yazar tabii ki polisiyede de başarılı olacaktır. Kısacası bu kitaptan sonra benim için Türk polisiye yazarı artık tek bir kişi değil. Hükümenoğlu iyi bir polisiye yazarıdır.

500 sayfalık kitabı iştahla okudum. Konusuna gelirsek:

Çocukluğunu yaşadığı kente sevgilisi için dönen gazeteci Ezgi’nin bir anda kendini cinayetler ve ilişkiler yumağının içinde bulması anlatılıyor. Yazar Yenikent diye bir şehir kurgulamış. İstanbul’dan uzakta küçük ama gelişmekte olan bir şehir.  İşin içine şehirdeki belediye seçimleri, köklü bir ailenin geçmişindeki sırlar ve geçmişte yaşanan talihsiz olaylar da girince karmaşa da merak da artıyor. Katilin kim olduğunu sonlara doğru anca tahmin edebiliyorsunuz. Kısacası ben kitabı beğendim ve diyorum ki;

Çevrenizde sürekli sizi dinleyen, yardımınıza koşan biri varsa lütfen durun ve ona “Nasılsın?” diye sorun. Kitabı okuyunca ne demek istediğimi de anlayacaksınız. İyi okumalar.

Şimdi elimde iki kitap var. Biri yine Hükümenoğlu’na ait. Yazarın tüm kitaplarını okumadan rahat edemeyeceğim. Diğeri adını hep duyduğum ama bir türlü okuma sırası gelmeyen bir kitap. İkisini birden mi okusam acaba?

 Not: Sonra Gözler Görür kitabında birkaç yerde imla hatası vardı. Umarım ikinci baskısında düzeltilir.

 

2 Kasım 2024 Cumartesi

Kuru Kız - Ayfer Tunç

 


Sadece uzun boyu ve zayıf bedeni yüzünden kuru kız değil, sadece evlenmediği için de kuru kız değil. Tüm hayatı kuru onun. Ve Kuru Kız kuru olmayan yeni bir hayata başlamak için dünyanın sonuna gidiyor. Dünyanın sonu, Ushuaia.

Aaa şimdi hikâyenin sonunu niye söyledin demeyin çünkü yolun başında anlatıyor yazar. Peki Kuru Kız dünyanın sonuna nasıl gidiyor?

Önce annesini sonra babasını ve kardeşini kaybedip yapayalnız kaldığı bu hayatı tersine çevirmeyi nasıl başarıyor?  Kitap boyunca bu merak hiç peşinizi bırakmıyor.

Yaşadığı çevreye, annesinin ölmesine, okula devam edememesine, sadece babasına ve kardeşine bakmak için var olmuş gibi görünmesine rağmen dünyayı algılayışı çok farklı Kuru Kız’ın. Herkesin alık bir kız olarak gördüğü Kuru Kız aslında dışarıdan saf diye nitelendirdiğimiz insanların aslında öyle olmayabileceğini gösteriyor.

“ Anne babasından ve kendini bildi bileli yaşadığı ortamdan öğrendiği Allah ile kendi kafasındaki tanrıyı bağdaştırmaktan yıllar önce vazgeçmişti.

Allah’a ibadet etmek için oruç tutardı, kendi tanrısıyla konuşurdu.”

Herkesin saf, biraz da alık bir kız olarak gördüğü Kuru Kız’ın hayatına akıllı telefonun girmesiyle işler değişiyor. Demek internet, doğru kullanıldığında insanın hayatına sihirli bir dokunuş yapabiliyor. Kuru Kız bu sihirli dokunuşla hayatını bambaşka bir yöne çeviriyor. Hayatını değiştirmek istemekle hiç de haksız değil. Çünkü çevresindeki tüm “iyi” insanlar iyilik adı altında Kuru Kız’ın hayatına müdahil olmaya çalışıyorlar. Ondan yararlanmak istiyorlar ya da onun hayatına bakıp kendi hayatlarının mükemmelliğine seviniyorlar. Tüm bunlarla mücadele eden Kuru Kız 40 yıl sonra üzerindeki ölü toprağını atıyor. Artık sadece kendi için yaşamaya karar veriyor.

Edebi yüklerden arınmış, basit cümlelerle yazılmış, bir çırpıda okunabilecek ama günlerce etkisinde kalacağınız bir kitap. En azından bende öyle oldu. Okurken kitabın dilini belki biraz fazla sade buldum ama kitabı bitireli birkaç hafta olmasına rağmen aklımın bir köşesinde dünyanın sonuna giden ve orada mutlu bir hayat süren kuru değil, uzun ve zarif bir kız var.

 

8 Ekim 2024 Salı

Kar Kuyusu - Hikmet Hükümenoğlu

 


Hikmet Hükümenoğlu’nu sondan okumaya başladım. Kar Kuyusu yazarın ilk kitabı ama ben önceliği önce Körburun’a sonra Harika Bir Hayat kitabına verdim. İlk kitaplar beni bazen tedirgin eder. Çünkü yazara dair önyargı oluşturmama neden olabiliyor bazen. Ama Hükümenoğlu’nun bu kitabı asla ilk kitap gibi değil.  Okurken ne gereksiz bir sözcük ne lafı dolandırma ne de yersiz bir betimleme var.  Ama kitabın kapağına ufak bir “gerilim” ifadesi eklenebilirmiş.

Boşanmış bir kadın olan Nur, babasından kalan dükkanı işletmeye karar verir. Kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan bir kadının duygusal iniş çıkışlarını okuyacağımızı düşünürken, bir gece Nur’un sokakta yanında bir köpekle dolaşan bir adamla karşılaşmasıyla olaylar gerilim romanına döner.

Üst komşu Melike Hanım’ın da garip tavırlarından şüphelenen Nur’un aklına gelmeyenler başına gelecektir. Bu kitapta yazar hiçbir insanın göründüğü gibi olmadığını, bazı insanların merhametsizliğini iliklerimize kadar işliyor. Ayrıca aile ilişkilerinin öneminin de altını çiziyor. Nur,Melike Hanım, Nuri ve Tibet’in yaşantılarına bakınca, aile hayatının insanlar üzerinde ne kadar etkili olduğunu bir kez daha anlıyoruz. İyi bir aileye sahip olmak galiba bu hayattaki en büyük şans.

Detay vermeyeyim ama kitapta bahsedilen hastalıkla ilgili bir dizi de var. Bu konu benim de çok ilgimi çekmişti. Kitapta denk gelince ayrı bir dikkatle okudum. Özellike son sayfalara doğru hikayenin hızı da gerilimi de arttı. Olaylar hızlandıkça siz de hızlanıp neler olduğunu bir an önce öğrenmek istiyorsunuz. 

Kitabın adı da konuya çok yakışmış. Bazı aileler maalesef kör bir kuyu gibi. Üstelik üzeri karla kaplı olduğu için dışarıya ses de gelmiyor. İçeride neler döndüğünü sadece yaşayanlar biliyor. Belki çok sert gelecek ama bu insanların çoğalmaması, aile kurmaması lazım. Zaten bence aile olabilmek, çocuk sahibi olmak bu kadar kolay olmamalı. Sadece anne ve babanın iyi anlaşması da yetmez. Dünyaya bir çocuk getirdiğinizde onu sadece fiziksel olarak değil psikolojik olarak da beslemek zorundasınız. Son zamanlarda yaşananlar da bu söylediklerimi doğruluyor. Kitapta Nur'un anne ve babası arasındaki ilişki her ne kadar iyi görünse de özellikle "baba"nın tavırları direkt psikolojik şiddet benim için. Bu tarz ailelerde büyüyünce de Nur gibi önünü arkasını düşünmeden hareket edebilir insan. Yazarın aile ilişkilerini çok yerinde örneklerle anlattığını düşünüyorum. 

Ayrıca okuduğum üç kitabında da yer alan “kitapçı” detayını da çok beğendim. Bunu İhsan Oktay da yapıyor. Hikmet Hükümenoğlu da kitapların tam en can alıcı yerinde birden beliriyor ve bir kitapçı olarak karşımıza çıkıyor. Yani en azından benim için kitapçı yazarın kendisi. Yazarın kitaplarını okuyanlar da acaba benim gibi mi düşünüyor merak ediyorum. Okuduğum yorumlarda kimse bu detaya değinmemiş maalesef. 

Bu arada bir önceki yazımda umarım yazar boş durmayıp kitap yazıyordur demiştim. Nasıl içten bir istekse benimki hemen gerçekleşti. Yazarın yeni bir kitabı çıktı. Mutlaka onu da alıp okuyacağım. Ama şimdi elimde yine daha önce okumadığım bir yazar olan Ayfer Tunç var. Bakalım Kuru Kız beni mutlu edecek mi?



 Hemen bu kitabı da alıp okumam gerek. :)