16 Aralık 2020 Çarşamba

Balon Çobanı - Çağdaş Balıbey

 

Kitap yorumlarında en çok eleştirildiğim konu yazılarımda hemen kitaptan bahsetmeye başlamamak. Hatta 1000kitap sitesinden bir arkadaş lafı ne kadar uzatıyorsun direkt yoruma başla demişti.

Oysa kitap hakkında yorum yazmak kitabın özetini yazmak değil ki benim için. Kitabın bana hatırlattığı anıları, kitabı okurken nasıl bir ruh hâlinde olduğumu, kitaba başlama sürecini anlatmazsam yorumum eksik kalmaz mı? Ama sanırım bu konuda sadece ben böyle düşünüyorum. O yüzden bundan sonra sadece kitabın içeriği hakkında bilgi edinmek isteyenler için not düşeceğim galiba. İkinci paragraftan başlayın gibi. ☺

Şimdi gelelim Balon Çobanı’na. Kitabın pdf hâlini okumuş ve ham hâlini görmüş olmanın ayrı bir yeri var bende ama pdf olarak on kez de okusam kitap hâline geldikten sonraki sayfaları çevirme hazzımı hiçbir şeye değişmem.  

Balon Çobanı beni şaşırtan bir kitap oldu doğrusu. Yazarın hayal gücünü ve kitabın giriş kısmındaki Pi diyarını göz önüne alınca fantastik bir dünyaya ya da bir bilim kurgu romanına geçiş yapacağımı düşünmüştüm. Hâlbuki yazar yaşadığımız dünyanın gerçeklerini bir tokat gibi yüzümüze indirmeyi planlıyormuş.

Kendimi önce bir bebeğin dilinden ana rahmine düştüğü andan itibaren yaşadıklarının ortasında buldum. Sonra da gözümü Suriye’de açtım.

Abdad ve ailesinin Suriye’de yaşadıkları, birçok Suriyelinin başına gelen yürek burkan cinsten. Özellikle olayların yaşanmış olabileceğini bilmek daha da etkiliyor insanı.

Yazar başta olduğu gibi kitap ilerlerken de şaşırtmaya devam ediyor bizi. Abdad’a üzülürken onun geçmişindeki sırla alt üst oldum. Bazen insan karar veremiyor, kim neyi ne kadar hak ediyor diye. Gerçekte de böyle değil mi? Bir gün göklere çıkaracak kadar haklılığını savunduğumuz bir insanla ilgili öyle detaylar öğreniyoruz ki yerin dibine batsın istiyoruz. Ben de Abdad konusunda kararsız kaldım. İnsanların geçmişte yaptıkları hatalarıyla bugünlerini yargılamak haksızlık mı? İşlenen bir hata değil de suçsa hiç de haksızlık olmuyor. Ama karısının ve kızlarının yaşadıklarını okudukça savaş kadınları daha çok yaralıyor diye düşündüm. Erkeklerin sadece bedeni ölüyor oysa kadınların önce ruhları sonra bedenleri…

Kitabın ikinci kısmı olan Suriye bölümü, savaşın bir ülkede nasıl bir tahribat yarattığını ortaya koyuyor. Sağ olsun yazar da adeta bomba atılan sokaklarda bir köşede oturmuş olanları izliyormuşcasına ayrıntılarıyla anlatmış her şeyi.  Bu yüzden de tebrik ettim yazarı açıkçası.

İkinci bölümden sonra yine baştaki “bebeğimize” dönüyoruz.  Peki bu bebek kim dersiniz? Mersin’deki yetiştirme yurdundaki bu bebeğin Abdad ve ailesiyle ne ilgisi var? Ve bu bebek sıradan bir bebek midir acaba?

Yazarın olayları en baştan bir kronolojik sırayla vermemesi yani bu zamanda atlayışlar, geri dönüşler benim en çok keyif aldığım anlatım tarzı. Okurken keyif aldığım bu kitabın bir an önce devamını da bekliyorum. Umarım siz de benim kadar seversiniz. İyi okumalar…
 

 


15 Ağustos 2020 Cumartesi

Sakın Gözlerini Açma - Side May

 

Bir önceki yazımda dört kitabın editörlüğünü yaptığımı söylemiştim. İşte bunlardan biri de Side May’ın yazdığı “Sakın Gözlerini Açma” kitabıydı. Yazarın bir önceki kitabı “Nergis”i okumamıştım.

Sakın Gözlerini Açma kitabının düzeltmeleri bitip, son okumasını yapan arkadaş bana tekrar gönderdiğinde arka kapak yazısını hazırlamak için, kitaba şöyle bir göz gezdireyim dedim. Bir de baktım kitabı baştan sona yine okumuşum. :)   Yani dili öyle akıcı, olaylar öyle sürükleyici ki elinizden bırakmak mümkün olmuyor. Açık söylemek gerekirse kitaba başlarken böyle bir şey beklemiyordum. Şimdi ise kitabın basılmış hâlini tekrar okuyabilirim.  Önce size kitap için hazırladığım arka kapak yazısını atayım sonra da çok detaya girmeden kitaptan bahsedeyim.

Arka Kapak

Bir gün uyandığınızda son iki yılınızı hiç hatırlamasaydınız ne hissederdiniz? Üstelik hiç tanımadığınız birinin yatağındaysanız…

Toprak ne evli olduğunu ne de hamile karısını anımsayabildiği bir sabaha uyanır. Evlenmeyi asla aklından geçirmeyen Toprak, bu yeni yaşamına alışıp, ten uyumu denen olgunun gerçekten var olduğunu anladığında ise geçirdiği kaza onu yeni bir bilinmezin içine sokacaktır.

Şimdi Toprak’ın tek bir hedefi vardır: Rüyasında gördüğü yaşamı ilmek ilmek yeniden örmek…

Rüya ile gerçeğin birbirine karıştığı, hikâyeyi tam kabullendiğiniz sırada sizi yeni bir hikâyenin ortasına atan, heyecanın hiç azalmadığı, bir solukta okuyacağınız bir kitapla karşı karşıyasınız.

Peki, ya sizin gözlerinizi açmaya cesaretiniz var mı?

“İnsanlar görmediği, yaşamadığı hiçbir şeyi rüyalarında göremezler.”

 

Kitap Toprak’ın hiç tanımadığı birinin yatağında uyanmasıyla başlıyor. Son iki yılını hatırlamayan Toprak’ın yaşadığı şaşkınlığı, hafızasını kaybetmiş bir insanın neler hissedebileceğini öğreniyoruz. Tam Toprak’ın yeni hayatına uyum sürecine biz de onunla birlikte alışırken yazar öyle bir ters köşe yapıyor ki, siz de Toprak’la birlikte şaşırıp kalıyorsunuz. Merakınız kamçılanıyor ve yazarın sizi attığı yeni maceraya, daha doğrusu Toprak’ın başlangıçtaki yola dönebilmesi için girdiği mücadeleye yelken açıyorsunuz büyük bir hevesle.

Kendimi tutup bundan sonrasını anlatmamam lâzım. Ama şu kadarını söyleyeyim: Kitabın kurgusunu çok beğendim. Toprak ve Dünya’nın aşkından ise etkilendim doğrusu. Alt metinde verilen toplumsal mesaj da abartılmadan gayet yerinde verilmiş.

Son olarak bu kitap kesinlikle senaryolaştırılıp dizi olarak çekilebilir. İzleyicisi de bol olur.

14 Ağustos 2020 Cuma

Akşam Yıldızı- İskender Pala


Bloğa yazı eklemeyince sanki kitap okumamış gibi hissediyorum kendimi. Oysa bu süreçte dört kitabın editörlüğünü, birkaç kitabın da son okumasını yaptım. Şimdi de elimde devam ettiğim iki kitap var. Yani anlayacağınız Beyaz Fil Yayınları kitap dünyasına hızlı bir giriş yaptı. Basılacak kitapların ardı arkası kesilmiyor. Bu arada kitap editörlüğü zannettiğimden daha zormuş. Ama yine de bir kitabın basılmadan önceki hâlini görmek, herkesten önce okumak çok zevkli. Hele bu kitaplar kendi yayınevinizin bastığı kitaplarsa zevk bir kat daha artıyor.

Tek sıkıntım kitapları yayına hazırlarken başka kitaplara daha az vakit kalması ve okuma süremin uzaması.

Akşam Yıldızı’nı bitirmem de bu yüzden normalden uzun sürdü. İçinde bulunduğum durum yüzünden midir bilmem ama bu kitapta Pala’nın diğer kitaplarındaki tadı yakalayamadım.

İlk zamanlar daha ağır kitaplar yazan Pala’nın zamanla dili de sadeleşti, okunması daha kolay bir yazar hâline geldi. Oysa ben onun o ilk kitaplarına ;Katre-i Matem’e, Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk’a hayran kalmıştım.

Akşam Yıldızı’na gelirsek;

Göbeklitepe’deki bir arkeoloğun sevgilisini bekleyip Akşam Yıldızı ile konuşmasıyla başlayan hikâye çok çok eskilere götürüyor bizi. Eski zamanlara yolculuk yapamadan önce Akşam Yıldızı ile ilgili ufacık bir bilgi vereyim.

“Bir yıldız doğdu nur ile

Âlemi yaktı nar ile

Küsüleyem ben yar ile

Niye doğdun sarı yıldız, mavi yıldız

 

Evler yıkan, beller büken

Kanım döken, Kervankıran”

Türkülere konu olmuş yıldızımızın farklı isimleri var. Güneşten önce doğduğu için sabahları Sabah Yıldızı; ufuk kızıllığını yansıttığı için Sarı Yıldız; en parlak yıldız olduğu için Mavi Yıldız deniliyor. Kur’an’da “Tarık” diye geçiyor. Eski Türkler Tan Yıldızı; Osmanlılar “Erte Yıldızı” diyorlar. Yunan mitolojisindeki Afrodit oluyor aynı zamanda kendisi. Yani dişi güzelliğinin sembolü: Venüs. Tüm bu bilgileri kitabın başındaki arkeologdan öğreniyoruz. Sonra kitap bize 10 bin yıl öncesinin kapılarını açıyor.

Yani insanların avcı- toplayıcı olduğu o ilk dönemlere gidiyoruz. Aslında geçmişi her zaman merak etmişimdir. İlk insanların nasıl yaşadıklarını, nasıl topluluk haline geldiklerini ve en çok da neye inandıklarını… Ama Pala’nın kitabı merakımı gidermedi, daha doğrusu merakımı kamçılamadı. Sadece aklıma Pala’nın ön sözde yazdığı şeyler takıldı. Gerçekten de Göbeklitepe’de üç semâvi dinden önce pagan fikirler varsa, bu semâvi dinler o fikirlerden türemiş olabilir mi? Pala bunu savunanları eleştirmiş aslında ama benim aklıma takılıverdi bu durum. Sahi dinler insanlar tarafından oluşturulmuş fikirlerse eğer… Ama bu fikri kabul etmek istemiyorum. En azından bir “öteki taraf” mutlaka olmalı. Yoksa yaşamın hiçbir anlamı kalmayacak benim için.  Yaşanan adaletsizlikler, kötülükler, hep kötülerin yanına kâr kalacak… Sanırım ben, “boynuzsuz koyun, boynuzludan hakkını alacak” düsturunu hayat felsefem yapmışım. Zaten Pala da Göbeklitepe’de tek tanrılı inancın hüküm sürdüğünü anlatıyor da biraz rahatlıyorum. 😊

Kitaba devam edersek; insanlar oba halinde yaşıyorlar, her obanın bir reisi var ve hayatlarını avcılık ile devam ettiriyorlar. Oba’nın en güzel kızı olan Çira’nın saçı, kaşı bembeyaz olan bir oğlu olur. Ve inançları gereği çocuğu kurban etmek isterler. Çünkü çocuğun lanetli olduğu düşünülür. Kurban töreni başladığı sırada büyük bir fırtına kopar, yer yerinden oynar -yani buzul çağın sona ermesi – herkes ölür. Geriye Sarıca, Çira ve oğlu kalır.

Bu üçlü, bir hayatta kalma mücadelesine başlar. Bebeği doyurmak için hayvanlardan süt sağarlar, tuzu keşfederler… Ve bir sabah daha ilkel olan başka bir obadan sağ kalanlar Çira ve bebeğini kaçırırlar.  Bundan sonrası bir arayış romanına dönüşür. Sarıca, Çira’yı ararken bir yandan da babasının öğretilerini, haberciyi, öğreteni arar. Dini bir arayış içine girer.  Çok uzun yıllar Çira’yı arar. Ve bir gün yolu Göbektepe’ye ( kitapta geçtiği hali bu)  yolu düşer. Burada gizemli bir “Mande” yle tanışır. Bu Mande kimdir? Sarıca, Çira’yı bulabilecek midir? Ve lanetli olduğu düşünülen bebek, büyüdüğünde nasıl bir insan hâline gelecektir?

Tabii kitapta sadece bu soruların cevabını bulmuyoruz. Zaten bu sorulardan en önemlisinin cevabı da biraz havada kalıyor. Peki ne buluyoruz kitapta?

Şaman inancını, dinler tarihini, yerleşik hayata nasıl geçildiğini, avcı-çiftçi ilişkisini, buzul çağının nasıl sona erdiğini, mangala ve satranç gibi zekâ oyunlarını, Göbeklitepe’nin mimarisini, adının nereden geldiğini aktarıyor bize yazar. Yani yine diyor ki, ben araştırdım, çalıştım, bu kitabın içi dolu.

Yine de kitapta içime sinmeyen bir şeyler var. Sarıca’nın, Çira’yı ararken Mecnun karakterine aşırı benzetilmesi mi, baştaki arkeoloğun kitapta sadece bazı bilgileri vermek için koyulmuş gibi görünmesi mi, kitabın sonunun öyle havada asılı kalması mı bilemiyorum.

Yazarı çok sevdiğim hâlde, benim için süper bir kitaptı diyemedim maalesef. Okuyup kendiniz karar verin en iyisi… Okuyanlar fikirlerini paylaşırsa sevinirim tabii. 😊

 

 

 

 

 

 

10 Temmuz 2020 Cuma

Masal Masal İçinde - Ahmet Ümit


Güzel bir kitapla geri döndüm. Aslında kızım için almıştım bu kitabı. Ona aldığım kitapları da önce ben okurum. Hem bir eğitimci gözüyle hem de bir anne yüreğiyle ona uygun olup olmadığına bakarım. “Masal Masal İçinde” kitabının henüz yarısındayken kitabın çok güzel olduğunu söyleyince, böcük dayanamadı ve benden önce okuyup bitirdi. Ben okumaya devam ederken de “Çok şaşıracaksın anne çookk,” deyip durdu. O böyle söyledikçe de aldı beni bir merak…

Kitap birbiriyle bağlantılı beş masaldan oluşuyor. Halkına karşı oldukça yardımsever ama yaptıklarıyla övünmeyi çok seven Padişah’ın bu özelliğinden kurtulmasını isteyen Vezir ( Vezirler hep hain planlar içinde olacak değil ya) Padişah’tan daha cömert insanlar olduğunu göstermek için, Padişah’ı bir yolculuğa çıkarır.

Önce komşu kentte ensesine vuran herkese bir kese altın veren kör bir adamı ziyarete giderler. Köradamın hikâyesini merak ederler ama adam hikâyesini hemen anlatmaz. Bir şart öne sürer. Vezir ve Padişah’tan, başka bir kentteki bir Kuyumcu’nun sırrını öğrenmelerini ister. Bu Kuyumcu kentte her pazar kurulduğunda, torbasından tavuk yumurtası büyüklüğünde bir altın çıkarıp gösterir. En yüksek fiyatı verene altını satacağını söyler. Çevresine toplanan insanlar fiyatı arttırdıkça arttırır, sonunda en fazla fiyat verene altını verecekken satmaktan vazgeçer. Altını bir “havan”ın içinde toz haline gelinceye kadar döver ve altın tozlarını insanların üzerine savurur.

Vezir ile Padişah, Köradamın şartını yerine getirmek için Kuyumcu’nun bulunduğu kente doğru yola koyulurlar. Kuyumcu’nun kentine geldiklerinde hemen sırra erişemezler tabii ki, Kuyumcu’nun da bir isteği vardır. Üç günlük mesafede bir demir ustası yaşamaktadır. Zamanında birbirinden güzel laleler, sümbüller yapan usta artık çalışamaz durumdadır. Ne zaman eline çekicini alıp, örsün üzerindeki demire indirmek istese gözü dükkânın duvarına takılıp kalır. Sanki görünmez bir kapı varmış gibi hızla duvara doğru koşar, kanlar içinde yere yığılır.

Demirci’nin öyküsünü öğrenmek için yola çıkan yolcularımız, yine bir engelle karşılaşırlar. Demirci hikâyesini anlatacaktır ama çok merak ettiği bir şey vardır. Bir müezzinin başına gelenleri merak etmektedir Demirci. İnsanlar tarafından çok sevilen Müezzin bir vakittir müezzinliği bırakmıştır. Yalnızca öğle vakti camiye gelir. Camiye yaklaşırken gözü sürekli minarededir. Sonra, sanki minarede bir şey görmüş gibi hızlıca koşar. Minarenin tepesine çıkan Müezzin bir zaman sonra yıkılmış bir halde aşağı iner.

Bu kez Müezzin’in hikâyesini öğrenmek için yollara düşer Vezir ile Padişah; her yolculukta merakları bir kat daha artarak. Müezzin’in kentine varırlar. Müezzin de onlara başına gelenleri anlatmak ister ama onun da bir isteği vardır. O da bir Şapkacı’nın hikâyesini merak etmektedir. Bu Şapkacı yaptığı şapkaları satmak için pazara getirir. İnsanlar çevresine toplandığında kalabalıkta birilerine “Gitmeyin!” diye bağırarak koşmaya başlar. Mezarlığa gelene kadar da devam eder koşmaya. Mezarlıkta bir mezarın üzerinde ağlaya ağlaya kendinden geçer.

Ve bizim yolcular Şapkacı’nın kentine doğru yola koyulurlar. Şapkacı öyküsünü anlatmak ister ama çok da şaşırır. “Benim öyküm sizi neden bu kadar ilgilendiriyor?” der. Böylece bizimkiler başlarından geçeni anlatırlar Şapkacı’ya. Şapkacı da Köradam’ın, Demirci’nin, Kuyumcu’nun, Müezzin’in hikâyelerini merak eder. Bu kişilerin hikâyelerini dönüp bana anlatacağınıza söz verirseniz size kendi acıklı öykümü anlatırım der.  Teklifi kabul eden Vezir ile Padişah, böylece Şapkacı’nın hikâyesini öğrenirler ve masal boyunca yolcularımızla birlikte gittiğimiz yollardan geri döneriz; tüm hikâyeleri öğrenip, her birinden bir ders çıkararak.

Kitaptaki her bir hikâye insanın bir zaafını anlatmaktadır. Kimi açgözlülüğü kimi sabırsızlığı kimi doyumsuzluğu anlatıyor bize. Her bir hikâyeyi büyük bir merak ve heyecanla okudum. Ahmet Ümit’e çocuğumuzla birlikte okuyabileceğimiz bir kitap yazdığı için de çok teşekkür ederim.  Hadi itiraf edin siz de merak ettiniz hikâyeleri değil mi? 


20 Haziran 2020 Cumartesi

Film Meydan Okuma - Son



Nihayet meydan okuma yazısını tamamlıyorum. Bu kadar gecikmemin sebebi elimdeki kitap dosyaları. Yayınevimizin temmuza yetişmesi gereken kitapları var. Bir yandan onları düzenlerken, bir yandan uzaktan eğitime devam etmek yordu biraz beni. Artık öğrencilerimin uzaktan eğitimi bitti. Biraz daha rahatladım.

Yayınevimizde yayımlanacak kitaplar dışında okuduğum kitaplar da var ama onlarla ilgili yazı hazırlamaya fırsat bulamadım henüz. En kısa zamanda kitap yorumlarını da yazacağım. Şimdi gelelim meydan okumanın son sorularına:

22. Sizce en az kıymeti bilinmiş film hangisi?

Aslında hak ettiği değeri bulamamış birçok film var. Ama benim için Çağan Irmak'ın " "Ulak" filmi ile Onur Ünlü'nün  "Güneş'in Oğlu" filmi hak ettiği ilgiyi göremedi. 


Bir hikayeye inanmak, hikayenin kendisinden çok daha önemli belki de... 

23. En sevdiğiniz film kahramanı hangisiydi?
 
Karayip Korsanları filminde başka biri o rolde olsaydı bu kadar sever miydim bilemiyorum ama en sevdiğim karakterlerden biridir, Jack Sparrow. 
Bir de Dr. Emmet Brown var,  onu da es geçmeyeyim. Şimdi düşününce Gandalf'ı da eklemek istedim :) Zira filmi izlediğimde, kitabı okurken tam olarak hayal ettiğim kişi karşımdaydı. Nasıl sevmem!..

Jack Sparrow

Dr. Emmet Brown

Gandalf

24. Favori belgeseliniz?

Biz zaten hep belgesel izleriz. :) 
Şaka bir yana bizim evde normal TV kanalları hiç açılmaz, zaten kanal listesinden de sildik. Yani "Survivor" izlemeyen o tek aile biziz :) Evde izlenen belgeseller her zaman bana hitap etmiyor maalesef. Mesela aylardır megaladonları izliyoruz. Sağ olsun bizim böcük saatler süren megaladonların varlığını kanıtlamaya yönelik belgesellere esir etti bizi. Daha önce de Titanic'te takılı kalmıştık. Şükür geminin mimari hatalarına varıncaya kadar her şeyi öğrenince bıraktık. 

Bense insan hayatını konu alan belgeleselleri daha çok seviyorum. Mesela;
"Teldeki Adam" belgeselini çok severek izlemiştim. 
James Marsh'ın hikayesinin anlatıldığı bu belgeseli izlemeyen varsa tavsiye ederim.



25. Kimsenin seveceğinizi zannetmediği ama sevdiğiniz bir film seçin.

Çevremdeki insanlar ne düşünür bilemiyorum ama blogumu takip  edenler benim daha duygusal filmlerden hoşlanacağımı düşünüyorlardır diye düşünüyorum :) 
Bu yüzden blogu takip edenler bu filme şaşırabilir ama "Eyvah Eyvah" filmini severek izledim. :)

26. Kirli zevkiniz olarak nitelendireceğiniz bir film seçin.

Kirli zevk derken ne kastediliyor tam bilemedim aslında. O yüzden boş geçiyorum bu soruyu.

27. En sevdiğiniz klasik film hangisi?

Bu soruya da yazacak çok film var.  Piyanist, 12 Kızgın Adam, Charlie Chaplin filmleri... Düşündükçe aklıma geliyor. Büyük ihtimalle yazıyı bitirince şunu da yazsam mı diye düşüneceğim. Neyse şimdilik en sevdiğim ve karakterine en çok kızdığım "Piyanist" filmini yazayım.


28. En güzel film müzikleri hangisindeydi?

Yüzüklerin Efendisi filminin tüm müziklerini çok beğenmiştim.

29. Bir konuda fikrinizin değişmesine yol açan film hangisi?

Tek bir kişinin yer aldığı bir filmi sevebileceğim hiç aklıma gelmezdi. Ta ki "Buried" filmini izleyene kadar. Filmin adını "Mezarda" diye hatırlamıştım aslında ama "Toprak Altında" ymış.

Film boyunca bir tabutun içinde toprağın altından kurtulmaya çalışan  tek bir kişiyi görüyorsunuz. Ama aksiyon hiç bitmiyor. Tek mekan ve tek oyuncuyla 90 dakikalık filmi kusursuz bir aksiyon filmine çevirmek, seyircinin sonuna kadar sıkılmadan izlemesini sağlamak büyük başarı. 

30. En sevdiğiniz film hangisi?

Böyle çok genel sorulunca cevap vermek de çok zor oluyor. Yani hangisini söylesem, diğerine haksızlık olacak gibi geliyor.  İlk sorularda en sevdiğim korku, dram, komedi filmlerini yazdım aslında. Ama şimdi düşününce çok eskilerden bir film var aklımda. Bir arkadaşım izle mutlaka demişti yıllar yıllar önce.  Doğru yerlerde yanlış zamanlarda bir araya gelmiş iki insanı anlatan "Göl Evi" filmi... Daima severek izleyeceğim. 


 31. En kısa zamanda izlemek istediğiniz film hangisi?

Herkesin izlediğini düşündüğüm ama benim hala izlemediğim bir film var. "Baba" filmi. Kesinlikle izlemek istiyorum. 


Nihayet film meydan okuma sorularını bitirdim. Sırada iki kitap var, okuyup bitirdiğim ama yorum yazmaya fırsat bulamadığım. Bakalım onlara sıra ne zaman gelecek. 

Sizleri güzel bir müzikle baş başa bırakıyorum. Mark Eliyahu'nun yeni çıkan bir eseri. Kapatın gözlerinizi ve hayal edin... Neyi isterseniz...







31 Mayıs 2020 Pazar

Film Meydan Okuma- 4




Öncelikle kısa bir hatırlatma yapayım. Blogbeyi'nin öncülüğünde  bazı blogger arkadaşlar  daha çok bloga ulaşmak ve blog dostluğu oluşturmak adına bir mahalle kurdular. Yani bir mahallemiz var artık. Yoğunluğumdan dolayı oraya yazı yükleyemesem de hep destekçileri olacağım. Çok samimi niyetlerle yola çıkılmış bu projeye mutlaka katılın. 

Mahalleye gitmek isteyenler tık tık

Film meydan okuma yazılarına devam edelim hadi.

15. En sevdiğiniz bilim kurgu filmi hangisi?

Dejavu filmi en çok etkilendiğim filmlerden biridir.  Seyretmeyenlere de mutlaka tavsiye ederim.



16. Bu sene, şimdiye kadar, izlediğiniz en iyi film hangisi?


 En çok düşündüren soru bu oldu açıkçası. Bu sene film açısından çok vasat geçiyor benim için. Uzaktan eğitim sürecinde o kadar çok telefon ve bilgisayarla iç içeyim ki, işim bitince ekran görmek bile istemiyorum. Yakında fazla radyasyondan 3.kolum falan çıkacak az kaldı. O yüzden de daha çok kitap okuyorum ya da puzzle yapıyorum.  
Bu yılın başında ya da 2019'un sonundaydı sanırım "Gizli Sayılar" filmini izlemiştim. Son zamanlarda en beğendiğim film oldu.


17. Geçen sene izlediğiniz en iyi film hangisiydi?

Zaman konulu filmler oldukça ilgimi çekiyor. Geleceği bilmek fikri çok cazip geliyor ilk başta. Ama bilmek her zaman mutluluk getirmiyor.  "Zaman Sapması" filmi de bu konuda en çok beğendiğim, özellikle sonundan etkilendiğim bir film oldu. 

18. Sizi hayal kırıklığına uğratan bir film seçin.

Yazacağım bu film için birçok kişi şaşıracak sanırım. Çünkü sevenleri var sanırım. Öncelikle blogu takip edenler kolay kolay sinemaya gidemediği bilirler. Yani sinemaya gidip çocuk filmi izliyoruz mecburen. Bir gün ailecek sinemaya gittik. Ben bu kez başka filme girmek istiyorum artık dedim. İsyan ettim:) Yani anlayacağınız kısa çöpü eşim çekti ve o çocuk filmine girdi, ben istediğim filme girdim.  O arada vizyonda "Cinayet Süsü" ve "7.Koğuştaki Mucize" vardı. Tek başıma ağlamak istemediğim için Cinayet Süsü'ne girdim. 

Ve evet o kadroya rağmen filmi beğenemedim. Pişman oldum. İçinde bol küfür içeren filmleri seyredemiyorum. Küfüre alerjim var resmen. Yani o kadroyu oynat ve küfürlerle doldur filmi. Akıl alacak gibi değil.  Hala 7.Koğuştaki Mucize filmine gitmediğim için pişmanım. 

19. Favori aktörünüz?

Tabii ki Tom Hanks. Oynadığı her filmi severek izledim. 

20. Favori aktristiniz?

Hep yabancılar yok tabii ki, şu gözler favori olmaz mı hiç...

21. Sizce en çok abartılan film hangisi?

Hiç abartmıyorum en çok abartılan film "Recep İvedik" serisi. Sebebini açıklamama gerek yok sanırım.

Şimdilik bu kadar,daha fazla ekrana bakmadan kaçayım. Son zamanlarda sürekli dinlediğim bir müzikle sizi baş başa bırakıyorum.  
Yüreğimde herhangi bir şeye karşı sevgi rüzgârları esince durduramıyorum o rüzgârı. İlla bir fırtınaya dönüşecek içimde. İlla her hücrem onunla dolana kadar seveceğim. İlla bıktırana kadar "seviyorum davulu"* çalacağım. :)



* Bu davulu bir de Hasan Ali Toptaş için çok çaldım. Hatta o kadar çok çaldım ki, çevremdeki bazı insanlar daha okumadan bıktılar. Ben bıktım mı peki? Hayır. Hasan Ali, iki gözümün çiçeği, Mark Eliyahu ise ruhumun gıdası. Ve yeni rüzgarlara hep yer var. 



27 Mayıs 2020 Çarşamba

Film Meydan Okuma - 3


Film meydan okuma yazısını bir süre askıya almak zorunda kaldım. Sosyal Edebiyat Dergisi’nin yeni sayısı, Beyaz Fil Yayınları, öğrencilerimin ödevleri, kızımın etkinlikleri derken vakit bulamadım. Üstelik evde üç kişiyiz ama sanki bir ordu yaşıyor. Daima hareket halindeyiz. Hal böyle olunca zaten yavaş olan yazma hızım daha da yavaşlıyor. Tam bir sessizlik olmadan yazamıyorum. Aklımda iki haftadır dönüp duran bir hikâye var, dergiye yetiştirmem gerek, evin sessiz olduğu bir zamanını bulamıyorum ki yazıya dökeyim.

Neyse şimdi bulduğum o kısacık altın saatlerden birinde hemen meydan okuma yazısına devam edeyim dedim.

6- En sevdiğiniz komedi filmi hangisi?

Tartışmasız Jim Carrey filmlerini çok seviyorum. "Aman Tanrım" ve "Maske" filmleri en sevdiğim komedi filmlerindendir.

7- Sizi mutlu eden bir film seçin.

Beni en mutlu eden film “Geleceğe Dönüş” serisi. Kaç defa izlediğimi hatırlamıyorum artık. Her defasında içime ılık ılık bir mutluluk yayılıyor. Mutlu sonla bitmesi mi, geleceğe gitme hayali mi, yoksa gelecekte aslında hiç de hayal ettiğimiz şeylerin olmayacağı ama yine de mutlu olabileceğimizi göstermesi mi bilemem ama yine de her izlediğimde mutluluk veriyor bana.

8- Sizi mutsuz eden bir film seçin.

Bu soruyu mutsuz eden değil de sonu beni üzen bir film olarak algıladım. Mutsuzluk ile üzüntü bambaşka duygular benim için. Ve sonuna en çok üzüldüğüm filmler, Braveheart (Cesur Yürek) ve Yeşil Yol.

9- Repliklerini izlediğiniz bir film seçin.

Bu soruyu da film olarak değil, dizi olarak cevaplamak istedim. Blogumu takip edenler Çalıkuşu kitabını ne kadar sevdiğimi bilirler. Aydan Şener ve Kenan Kalav’ın oynadığı Çalıkuşu dizisinin de her repliğini bilirim bu yüzden. Çünkü kitapla birebir örtüşen nadir uyarlamalardandır.

10. En sevdiğiniz yönetmen kimdir?

Tabii ki Çağan Irmak.

11- En sevdiğiniz sinema salonu hangisi?

Oturma odamız en sevdiğim sinema salonu diyebilirim. Zira sinemaya gittiğimde hep çocuk filmi izlediğim için neresi olduğu fark etmiyor. Evimizde hiç olmazsa, ayda yılda bir de olsa bizim yarasa kız ( çocuğuma sürekli bir isim takıyorum ama, şimdi buraya çok uydu bu isim. Kendisi gece yatmak bilmediği için... ) erken uyursa istediğimiz filmi izleyebiliyoruz.

12-En sevdiğiniz animasyon hangisi?

 "Arabalar" filmini (ilk filmi) o kadar beğenerek izledim ki, ilk film çıkalı belki 10 seneyi geçti, hala izleyebilirim. Favori karaketerim de Mater. Yazarken bile mutlu oldum. 

13- En iyi kitap uyarlaması sizce hangisi?

Tabii ki Yüzüklerin Efendisi". Filmi izlerken, Gandalf'ı  gördüğümde aman Allah'ım tam benim hayal ettiğim Gandalf bu demiştim. Kitabını da filmini de çok beğendim. Benim için en iyi uyarlamadır.

Keşke sorularda en kötü uyarlama da olsaydı, "Açlık Oyunları" derdim.

14- En sevdiğiniz film repliği hangisi?

Haluk Bilginer'in Güneşin Oğlu filminde Ülkü Tamer'in bir şiirini seslendirişi var.  Yine bıkmadan izleyebileceğim bir filmin, bıkmadan dinleyeceğim repliği. Haluk Bilginer'in sesinden midir bilmem ama filme de çok yakışan bir şiirdir. Şiirin ne anlattığından çok, kelimeler arasındaki ahenk beni büyülüyor. Kelimelerin, ağzımızdan çıkan hali dışında bir de altta her zaman duyulmayan bir sesi barındırdığına inanırım. Uygun kelimeleri yakaladığınız zaman alttan bir müzik başlar. Ben de bu şiirde acının, isyanın, çaresizliğin müziğini duyuyorum. 


Aman, kendini asmış yüz kiloluk bir zenci,

Üstelik gece inmiş, ses gelmiyor kümesten;

Ben olsam utanırım, bu nasıl bir öğrenci?

Hem dersini bilmiyor, hem de şişman herkesten.


İyi nişan alırdı kendini asan zenci

Bira içmez ağlardı, babası değirmenci,

Sizden iyi olmasın, boşanmada birinci,

Çok canım sıkılıyor kuş vuralım istersen.


Bir de "Prestij" filmindeki, " Siz gerçeği bilmek değil, kandırılmak istiyorsunuz," repliğini severim.  

(Diğer soruları daha kısa sürede cevaplarım umarım.)

 

 

 

 

 


16 Mayıs 2020 Cumartesi

Ficciones Hayaller ve Hikâyeler - Jorge Luis Borges


Borges uzun zamandır kitaplığımda bekliyordu. Kitaplığımda bekleyen diğer kitaplardan farkı ise, sıranın bir türlü ona gelmemesi değil benim bir türlü Borges okuyacak seviyeye gelemememdi. Sonra anladım ki “ ben oldum artık” cümlesini hiç kuramayacağım. Ve gözümü karartıp başladım okumaya.  Gerekirse bitirince baştan bir kez daha okurum dedim. Bazı hikâyeleri iki kez okuduğum da oldu zaten. Öncelikle siz de benim gibi Borges okumaya niyetli ama tedirginseniz kesinlikle bu kitaptan başlamalısınız. 

Kitapta Borges’in hayatını, eserlerini ve dönemin önemli olaylarını gösteren bir kronoloji var. Borges’i tanımak için oldukça ideal. The Times gazetesinde edebiyat eleştirileri yazan James Woodall’ın önsözü de Borges’i anlamamız için yardımcı oluyor. Ayrıca Tomris Uyar ve Fatih Özgüven’in çevirmenliğini de tebrik etmek lazım. Yabancı bir yazar okuyorsam en çok dikkat ettiğim şey çevirmendir. Çünkü kötü bir çevirmen muhteşem bir kitaptan soğumamıza neden olabilir.

Gelelim kitabımıza;

Kitapta on altı hikâye var. Tabii bunlara sadece hikâye demek biraz eksik kalır. İçinde birçok alt-türü barındıran yazılar diyebiliriz belki. Kimi bir makalenin içine saklanmış bir hikâye, kimi araştırma, kimi tarihi yorumlar içeren yazılar.  Büyülü gerçekçilikle bezediği hikayelerinin hepsini yazmayacağım ama içlerinde beni en çok etkileyenlere kısaca değineceğim.

TLÖN, UQBAR, ORBİS TERTIUS

Kitaptaki bu ilk hikâye, Anglo-Amerikan Ansiklopedisinin XLVI. cildinde (Bioy’un bir açık arttırmada satın aldığı) geçen Uqbar adlı bir yerden bahsediyor. Bu yerin peşine düşen anlatıcı ansiklopedinin aynı cildinin diğer basımlarında böyle bir yerin olmadığını fark eder. Sonra güney demiryolları mühendislerinden Herbert Ashe’nin bıraktığı İngilizce yazılmış 1001 sayfalık bir kitapta –sanırım burada 1001 gece masallarına bir gönderme var- Uqbar’ın tarihi, coğrafyası hatta madenlerine kadar birçok bilginin anlatıldığını görür. Kitabın arka kapağında şunlar yazılıdır. Birinci Tlön Ansiklopedisi. Cilt XI. Hlaer-Jangry.

Buradaki Tlön, tüm zamanların çoktan sona erdiği, dilin çok farklı bir olguya dönüştüğü bir dünya.

Tlön’deki okulların biri, evrenin ikinci dereceden bir Tanrı’nın, bir cinle haberleşmek üzere hazırladığı kutsal bir metin olduğu söyler.

Başka bir okul ( buradaki okullar da bildiğimiz okuldan ziyade felsefik bir akım), evrendeki sadece 300 gecede bir olanların gerçek olduğunu savunur, dünyada uyurken başka bir yerde uyanık olduğumuzu, bir insanın aslında iki insan olduğunu söyler.

Tlön’de edebiyat da algılarımızın ötesinde. Bütün kitapların zaman dışı ve anonim bir yazar tarafından yazıldığı saptanmış. O yüzden Tlön’deki hiçbir kitapta yazar imzası yok. Felsefik kitaplar ise hem tezi hem de antitezi barındırmak zorundalar yoksa eksik sayılıyorlar.

Tlön'de isimler yok. Mesela "ay" kelimesi yerine "karanlık üzerindeki yuvarlak uçucu ışık" ya da " göğün solgun-turuncusu" gibi sözcük grupları kullanıyorlar. 

Tlön’deki yaşam çok ilginç. Mesela kaybolan nesnelerin yerine ortaya çıkan yeni nesneler var. Bunlara “Hrönir” deniyor. Gerçek olsaydı çok işe yarardı eminim. J

Tlön’de eşyalar unutulduklarında ayrıntıları kayboluyor. Bir dilenci tarafından aşındırıldığı sürece var olmayı sürdüren, dilenci öldüğünde yok olan kapı eşiği var mesela. En çok da bu durum hoşuma gitti. Ve çok anlamlı geldi. Birini düşlemeyi bıraktığımızda, zihnimizden yüz hatlarının yavaş yavaş silinmesi gibi. Kim bilir belki de Borges bunu anlatmaya çalışmıştır.

Hikayenin son paragrafında Borges der ki;

…önümüzdeki yüzyıl içerisinde biri, yüz ciltlik İkinci Tlön Ansiklopedisi’ni bulup çıkaracak. İngilizler, Fransızlar ve İspanyolcuklar yeryüzünden silinecek. Dünya Tlön olacak.

Ne dersiniz, Dünya Tlön olur mu?

GİZLİ MUCİZE

Bu hikayenin bitiş şekli beni çok etkiledi. Kurşuna dizilerek öldürülecek olan Hladik, Tanrı’dan elindeki işi (yazdığı bir piyes) bitirmek için bir yıl diler. Ve Tanrı bir mucize yaratır. Hladik’in zihninde ateş emriyle infaz arasında tam bir yıl geçer. O bir yılda sadece zihnini kullanarak yazdığı oyunu bitirir. Oyunun bitmesiyle birlikte infaz gerçekleşir.

BELLEK FUNES

Trt arşivini izler misiniz? Biz evde bazen bundan 30-40 yıl öncesinin sokak röportajlarını, ilginç konuları olan programları izleriz. Yine böyle bir programda denk gelmiştim, hiç saate bakmadan, günün her anında saati dakikası dakikasına bilen bir çocuğa. Borges de  "zamanı her an saat gibi doğru bilmek çeşidinden tuhaflıkları varmış" der, Funes için. Trt'de izlediğim çocuğa ne oldu bilmiyorum ama Borges'in Bellek Funes'ini maalesef kötü bir kader bekliyor.

Kitaptaki Yolları Çatallanan Bahçe, Babil Piyangosu, Babil Kitaplığı, Kılıç İzi  de diğerlerine nazaran ön plana çıkan hikâyeler oldu benim için.

Normalde her şartta, gürültülü ortamlarda bile kitap okuyan ben, bu kitabı sadece etrafta tam bir sessizlik hâkimse okuyabildim. Okurken birçok yerde not aldım. Bazı yerlerde Borges’in tuzağına düşüp, onun hayalinde yarattığı yazarları bile araştırdım. J

Kitabın tam olarak hakkını verebildim mi bilemiyorum. Sanırım birkaç sene içinde tekrar okuyacağım. Belki o zaman daha farklı bir kitapla buluşurum. Ne olursa olsun, Borges okumak çok zevkliydi. Tabii ki tavsiye ederim.

 

 


13 Mayıs 2020 Çarşamba

Hayal Sandığı- Hikaye

Sosyal Edebiyat Dergisi'nde yayımlanan hikayelerimden birini blogda da paylaşmak istedim.Diğer hikayelerimi de ara ara paylaşacağım.  Blogger arkadaşlarımın yorumunu da okumak isterim :)
Dergideki diğer hikayelere ve farklı yazı türlerine ( deneme, makale, söyleşi, araştırma, aktüel... birçok konuda yazı bulabilirsiniz) ulaşmak için:

SOSYAL EDEBİYAT DERGİSİ

(Elindeki kazmayı son gücüyle toprağa sapladı “Ya Allah,” diyerek. Öyle bir sallıyordu ki kazmayı, görenler toprağa savaş açmış bir meczup zannederdi. Toprak savaşı kaybetmeye başlayınca kürekle çukur kazmaya devam etti. Kürekle aldığı toprağı yan tarafındaki tepeciğe atarken arada bir yere çöküyor, “affet, affet,” diye eski bir çarşafa sarılı tortop olmuş çıkıntıyı okşuyordu.
Çarşafa dokunurken parmaklarına bir şey takıldı; mavi bir boncuk.

Babaannesi “kem gözlerden korusun kuzumu, hiç yanından ayırma emi, gündüz kıyafetine gece yattığın çarşafa takıver,” demişti.
Şimdi parmaklarının arasındaki bu küçük mavi taş, onu başka kem gözlerden korumuş ama  kendi içindeki kötülüğü alıkoyamamıştı. Küçücük bir bedeni soldurmaya gücü yetmişti ama şimdi kendi nefesini kesemiyordu. Can mı tatlıydı yoksa kendini öldürmenin günahı öteki günahlardan ağır mı basmıştı bilinmez.)
Upuzun saçları vardı Gülfem’in. Her sabah ikiye ayırdığı saçlarını örer, komşu kızından kalan formanın bolluğunu kemeriyle kapatıp okula fırlardı. Arkasından seslenen annesine dönüp el sallar, koşmaya devam ederdi. Annesinin, “Allah zihin açıklığı versin, Allah kötülerle karşılaştırmasın,” dualarını duymaz ama bilirdi. Annesinin duaları rüzgârla uçuşup Gülfem’e iki kanat olurdu adeta.

Sokağın köşesini döndükten sonra ikinci evin zilini çalar, arkadaşı Nihan’ın hazırlanmasını beklerdi. Nihan ağır adımlarla gözleri daha açılmamış bir halde kapıda görünür;
“Gülfem, bugün de gitmeyelim ne olur?” diye söylenirdi. Söylenirdi ama bir yandan da siyah parlak ayakkabılarını giymekten geri durmazdı.
Ellerindeki kitapları yeni olgunlaşmakta olan göğüslerine kalkan yapan iki genç kız, güneşin yükseldiği yöne doğru yol alırlardı her sabah. Hayatının önemli bir dönemecinde olduğunu bilmemenin rahatlığıyla, gördüğü rüyayı arkadaşına anlatıyordu o gün Gülfem.

Okul bitip de eve döndüklerinde, Gülfem, annesini, babaannesinin karşısında oturmuş, tülbendinin kenarıyla gözyaşlarını silerken buldu. Babaannesi Gülfem’i dizlerinin dibine çekti. Bir ağladı, bir söyledi… Bir okşadı Gülfem’in saçlarını, bir sildi gözyaşlarını…

“Gülfem’in okuduğu yeter diyor amcaların… Gülfem çok güzel diyorlar… Yarın bir gün Gülfem’in peşine it kopuk takılırsa ne yaparız diyorlar, erkenden evini yurdunu bilsin, bundan daha iyi kısmet mi olur, okulu bitirse ne olacak sanki, yine evlenmeyecek mi diyorlar…”

Gülfem, henüz üzerinden çıkarmadığı formasının kemerini gevşetti.  Nefes alamıyordu. Gönlüne daha hiçbir aşkın ateşi düşmeden, kalbini  hızlandıracak bir bakışa bile değmemişken nasıl evlenirdi? Ya okulu… Ya  hayalleri…  

Hepsini bir gecede toplayıp çeyiz sandığına koydu  Gülfem. Annesinin ördüğü dantellerin arasına özenle sakladı isteklerini,  düşlerini. Sandıkla birlikte yüreğine de bir kilit vurdu. Zaman nasıl  geçti anlamadı. 

O bahar sabahı güle oynaya gittiği okul yolunda kaldı aklı. Sanki her gün tekrar tekrar o yolu gitti de dönemedi bir türlü.  
Ne  ellerine yakılan kınayı fark etti, ne pul işlemeleri boynunu saran  gelinliği… Ne günleri sayabildi ne geceleri. Yüreğine oturan taşın ağırlığıyla çekti ruhunu bedeninin bir köşesine, oturduğu yerden  seyretti kendi yaşadıklarını. 

Sonra, çok ama çok sonra…  Gülfem’in ruhu bedenine dar gelmeye başladı. İçinde bir yerlerde uyanan,  ne olduğunu anlayamadığı, tüm vücudunu sarıp kasıklarında toplanan bir  duygu aklını başından aldı. İçine olmayacak bir ateş düştü. Geç mi  kalmıştı her şeye… Yirmi beşine yeni girmişken nasıl geç kalabilirdi ki  hayata. 

O ateşle hayallere daldı Gülfem. Bazı günler tüm gün  koltukta oturdu hayal kurdu, bazı günler yerinde duramadı hayal kurdu. Sonra gidip her hayalini  sandığına attı. O kadar çok hayal attı ki sandığa, sandık kapanmaz oldu  ve bir gün o sandıktan bir çift mavi göz çıkardı Gülfem. Bazı günler  avucunda tuttu, ilk kez kendi seçtiği bir elin sıcaklığını hissetti.  Bazı günler yatarken yakasına taktı; tüm kadınlığını serdi özgürce, kimi  gün de saçına taktı, aklıyla da sevdi mavi gözleri. 

Bir zaman sonra yine sandığı açtı Gülfem. Bir çift patik çıkardı bu kez, avucunun içi kadar, pembe, beyaz. 

Pamuklara  sardı patiği, koynunda yatırdı her gece. Bir avucunda mavi boncuğu bir  avucunda pembe patikleri sakladı. Gecesi gündüzü birbirine karıştı. Bir  hayal âlemine daldı ki çıkması imkânsız. Kocası bir koluna girdi, annesi  ötekine, doktora götürdüler Gülfem’i.  Avuç avuç ilaçlar koydular  önüne.  Saati saatine içirdiler hapları. Hayalleri olmadan nefes  almasının bir anlamı varmış gibi hayata tutunmasını istediler ondan. 

İlaçlar  etkisini göstermeye başlayıp da hayal aleminden çıkmak üzereyken mide  bulantıları başladı Gülfem’in. Doktorlar iki aylık hamile dediler.  Kocası sevinçten deliye döndü. Bir yandan da korkusunu yenmeye çalıştı.  Hemen ilaçları bıraktırdılar Gülfem’e. Yine aldı eline patikle mavi  boncuğu. 

Mide bulantıları arttıkça sinirlendi Gülfem. Yaşadığı 8  yıllık uykudan uyandı. Bedeninin bir köşesine saklanmış olan ruhu ayağa  kalktı. Evlerde duramaz oldu, odalara sığmadı.Hava değişikliği iyi gelir  dediler. Babaannesiyle birlikte köye gönderdiler Gülfem’i. 

Her  sabah süt sağdı Gülfem, inekleri çıkardı ahırdan, yaylattı.Tavuklara yem  verdi. Şalvarının bir cebine mavi boncuğu koydu bir cebine pembe  patiği.Her gün köyün sokaklarında dolanıp dağın dibine değin yürümeyi  adet edindi. Kuşlarla konuştu, köpekler yoldaşı oldu. Bir kez olsun  karnına dokunmadı.Nihan’la okula gittiği o günü yaşamaya başladı. Köy  yollarından kendine yeni  bir yol yaptı, her taşını kendi döşediği.  

Önce  okuldan eve dönerken bir aşk yarattı kendine. Sonra eve dönünce  babaannesiyle annesini kaldırdı karşılıklı oturdukları yerden. Annesini  mutfağa gönderdi. Babaannesini namaza durdurdu. 

Köyün yollarından  her geçişinde yeni bir kader çizdi kendine. Okulu bitirdi, üniversiteye  bile gitti. İşe başladı. İlk kez yaşamının bir anlamı olabileceğini  hissetti.  
Öfkesi dindi diye sevindi babaannesi. Gülfem’in gözlerinden geçen hayatı göremedi. 
Bir  akşam Gülfem hayalindeki işten dönerken karnına bir ağrı saplandı.  Tuttu karnını ilk kez. Deli bir düşünce geçti aklından. Hamile olmasaydı  eğer… şimdi her şeyi bırakıp yeniden başlayamaz mıydı? 

Ahıra  girdi. İçindeki bu şeyi söküp atmanın bir yolunu aradı. Bir kaz tüyünden  medet umdu. Bacaklarının arasından akan sıvı samanların üzerinde yayıldıkça dünya karardı.   
Gözlerini açtığında beyaz gömlekli bir adamın gülümsemesiyle karşılaştı.  Hadi gözünüz aydın deyip gitti adam. Babaannesi “üzülme kuzum, çok  gençsin daha,” dedi. “Çok genç.” 
O günden sonra hiç konuşmadı  Gülfem. Mavi boncukla, pembe patiği aldı. Ahırdaki kanı kurumuş bir avuç  samanla birlikte beyaz bir çarşafa sardı. Eline bir kazma bir kürek  alıp köyün mezarlığının yolunu tuttu.



8 Mayıs 2020 Cuma

Film Meydan Okuma - 2


Bir önceki yazımda meydan okuma ile ilgili bilgi vermiştim. 2.soruyla devam ediyorum.

2- En son izlediğiniz film hangisi?

Doğduğundan beri uyku problemi yaşayan bir çocuğa sahip olunca, insanın yaşamı da ona göre şekilleniyor. Yani 8 senedir hiç, çocuğu uyutalım da bir film izleyelim diyemedik. Zira daima onunla birlikte sızıp kaldık. Biz de böcük büyüdükçe filmleri beraber izler olduk. Haliyle izlediğimiz filmler onun yaşına da uygun filmlerden ibaret artık :) En son Dr. Dolittle’yi izledik mesela. Ama 2020 yapımı olanı değil de 1998’de Eddie Murphy’nin oynadığını daha çok beğendik ailecek.

3- En sevdiğiniz aksiyon/macera filmi oyuncusu?

Belki benim yazacağım oyuncular biraz eski kalacak ama aksiyon denilince benim vazgeçilmez üçlüm; Mel Gibson, Bruce Willis ve Jason Statham’dır.

4- En sevdiğiniz korku filmi hangisi?

Vampirli, zombili filmlerden zerre kadar etkilenmeyen ben, Türk korku filmlerinden inanılmaz korkuyorum. Sanırım bu tamamen inandığım şeylerle ilgili. Film kötü bile olsa beni etkiliyor yeter ki içinde cin, şeytan olsun. Şu an yazarken bile bir ürperti geçti sırtımdan. Umarım sabaha kadar mahsur kalmam bilgisayar başında :) En son “Musallat” filmini izlemiştim yıllar yıllar önce, 15 gün boyunca ışıkları açıp yatmıştım. Yabancı korku filmlerinden ise “Diğerleri( The Others)” tarzı filmleri seviyorum.

5- En sevdiğiniz drama filmi hangisi?

Bu sorunun cevabı o kadar net ki bende. Daima “Babam ve Oğlum” diyeceğim bu soruya. Çağan Irmak çok sevdiğim bir yönetmendir.  Babam ve Oğlum filmini defalarca izledim. Şimdi izlesem yine gözyaşlarım sel olup akar eminim.

Şimdilik cevaplarım bu kadar. Diğer soruların cevabından önce Borges’i yazmak istiyorum. Bakalım ne kadar anlatabileceğim.


5 Mayıs 2020 Salı

Film Meydan Okuma-1

Film meydan okuma etkinliğini birkaç gün önce Blog Beyi'nde görüp, hemen sorular için Şule Uzundere'nin bloğuna gittim. Blog dünyasında yine güzel hareketler oluyor. Blog dünyasındaki "mim"leri ve "meydan okumaları" seviyorum ama bir türlü yapmaya fırsatım olmuyordu. Bir tane "mim" yapabildim bugüne kadar. Çünkü evlere kapandığımız bugünlerde benim henüz sıkılmaya vaktim olmadı. Evden öğrencilere ders anlatmak, onları ödevlendirmek, her birini kontrol etmek, videolar çekmek, günümün büyük bir kısmını kaplıyor. Kalan kısmında böcükle mi ilgileneyim, kitap mı okuyayım,aklımdaki hikayeleri yazıya mı dökeyim, 2000 parçalık puzzle başladım onu mu yapayım, Sosyal Edebiyat Dergisi yazılarıyla mı ilgileneyim, film mi izleyeyim bilemedim. Zira hepsini yapmak istiyorum. Azar azar yapıyorum da hepsinden. Ne yalan söyleyeyim, puzzle başına geçip Mark Eliyahu dinlediğim anlar ise en sevdiğim saatler oluyor benim için.

Şimdi gelelim meydan okumaya. Konu başlıklarını Şule gibi ben de aşağıya ekliyorum, zamanım ne kadarına el verirse, bazen bir bazen birkaç soruya cevap vereceğim. Sizler de ister tamamına birden isterseniz bölerek cevap verebilirsiniz. Bu yazıyı gören tüm blog arkadaşlarım meydan okumaya davetlidir.

İlk soruyla başlıyorum, diğer soruları da aşağıya ekledim.

1. En az sevdiğiniz film hangisi?

Bizim evde kitaplar kadar ilgi çeken bir şey varsa o da filmlerdir sanırım. Geniş bir arşivimiz de mevcut. Her bir yedek harddiskin içinde kaç film var Allah bilir. Çok uzun zaman önce yani İ.Ö ( İpek'ten önce ) hem film hem dizi izlemek en büyük hobimizdi. Şimdi ise hayatımız farklı bir yöne evrildi. Belki de yaşlandık :) 2 film üst üste izleyemiyorum. Hemen uykum geliyor. Oysa kaç sezonluk diziler bitirdi bu gözler. Yine de fena sayılmayız. Aksiyon, dram, bilim-kurgu, sıkıcı kült filmler, komedi, korku ... Her tarz filmi izleyebilirim.
Ama...
Komedi adı altında sürekli küfür edilen, belden aşağı sözlerin mizah zannedildiği filmlere asla ama asla tahammülüm yok. Küfür inanılmaz ilkel geliyor bana. Kadın-erkek fark etmez kimsenin ağzına da yakıştıramıyorum. Kırmızı çizgilerimden biri de bu. Yani küfür varsa ben yokum.






Konu başlıklarımız:

1. En az sevdiğiniz film hangisi?
2. En son izlediğiniz film hangisi?
3. En sevdiğiniz aksiyon/macera filmi oyuncusu?
4. En sevdiğiniz korku filmi hangisi?
5. En sevdiğiniz drama filmi hangisi?
6. En sevdiğiniz komedi filmi hangisi?
7. Sizi mutlu eden bir film seçin.
8. Sizi mutsuz eden bir film seçin.
9. Repliklerini ezberlediğiniz bir film seçin.
10. En sevdiğiniz yönetmen kim?
11. En sevdiğiniz sinema salonu hangisi?
12. En sevdiğiniz animasyon hangisi?
13. En iyi kitap uyarlaması sizce hangisi?
14. En sevdiğiniz film repliği hangisi?
15. En sevdiğiniz bilim kurgu filmi hangisi?
16. Bu sene, şimdiye kadar, izlediğiniz en iyi film hangisi?
17. Geçen sene izlediğiniz en iyi film hangisiydi?
18. Sizi hayal kırıklığına uğratan bir film seçin.
19. Favori aktörünüz?
20. Favori aktristiniz?
21. Sizce en çok abartılan film hangisi?
22. Sizce en az kıymeti bilinmiş film hangisi?
23. En sevdiğiniz film kahramanı hangisiydi?
24. Favori belgeseliniz?
25. Kimsenin seveceğinizi zannetmediği ama sevdiğiniz bir film seçin.
26. Kirli zevkiniz olarak nitelendireceğiniz bir film seçin.
27. En sevdiğiniz klasik film hangisi?
28. En güzel film müzikleri hangisindeydi?
29. Bir konuda fikrinizin değişmesine yol açan film hangisi?
30. En sevdiğiniz film hangisi?
31. En kısa zamanda izlemek istediğiniz film hangisi?