24 Ağustos 2023 Perşembe

Eski Hastalık - Reşat Nuri Güntekin

 

Bir hafta önce yaz okulu sınavım vardı. Derslerimden biri de Cumhuriyet Dönemi Türk Nesri idi. O derse çalışırken bir kez daha anladım ki Türk Edebiyatı muazzam bir edebiyat. Okunması gereken o kadar çok eser var ki… Hepsine vakit ayırmaya kalksam yeni yazarlara zamanım kalmayacak. O yüzden bir yeni bir eski yazar şeklinde gitmeyi düşündüm ve kütüphaneye gidip tercihimi Reşat Nuri Güntekin’den yana kullandım. Çünkü Reşat Nuri Güntekin çok sevdiğim yazarlardan biridir. Çalıkuşu da en sevdiğim kitabı. Bu kitap da kesinlikle ikinci sırada yerini aldı artık. Bunca zaman neden okumadığımı da hala anlamış değilim. Hak ettiği değeri görememiş bir kitap olduğunu düşünüyorum.

Bu arada eskisi gibi okumak istediğim her kitabı satın alamayıp kütüphanelerden faydalanıyorum. Evin kitap satın alma limitlerini bizim böcük fazlasıyla dolduruyor. Üstelik ne biz hayır artık kitap satın alma diyebiliyoruz ne de o kitap almaktan vazgeçiyor.

Şimdi gelelim kitaba:

Züleyha’nın İstanbul’da başka bir erkekle kaza geçirip hastanede gözünü açmasıyla başlıyor kitap. Oldukça basit görünen, bir aldatma hikâyesi gibi başlayan kitap, yazarın ustalığıyla, aynı zamanda Milli Mücadele yıllarının ve 1930’lardaki Türkiye’nin küçük bir panoraması[1] haline dönüşüyor. Üstelik merak unsuru her sayfada çoğalıyor.

Kocası Züleyha’yı almaya geliyor ve İstanbul’dan Silifke’ye bir ay sürecek bir gemi yolculuğuna başlıyorlar. Yolculuk sırasında geçmişe dönüşlerle Züleyha ve Yusuf’un nasıl evlendiklerini öğreniyoruz. Züleyha’nın evliliğe bakış açısı o döneme göre düşünüldüğünde oldukça ilginç. Ama yazarın zaten dönemin kadınlarına örnek olacak “kadın tipi”ni romanlarında kullandığını biliyoruz. Belki de bu yüzden Reşat Nuri ve benzeri yazarlar önemli. 1930’larda henüz kadınlara hiçbir ülkede seçme ve seçilme hakkı bile verilmemişken ( tabii Türk kadınının o yıllarda bu seçimi elde etmek için gösterdiği çabaları hiçe saymamak lazım) kitaplarda “seçim” yapan kadınlara yer verilmesini oldukça yerinde bir hareket olarak buluyorum. Hatırlarsanız Çalıkuşu da kaderine razı olmamış ve zorluk çekeceğini bile bile başkaldırmıştı. [2]

Züleyha’nın çocukluğu babasının savaştan dönmesini beklemekle geçiyor. Annesi ile ilgili çok bilgi verilmiyor. Ama yaşadığı çevrenin o dönemin İstanbul sosyetesi olmasına vurgu yapılıyor. Züleyha’nın hayatında babası uzun bir süre olmamasına rağmen daha etkili rol oynuyor.

Kız çocukları için “baba” ne kadar önemli bir karakter. Annenin kaderi kıza derler ama bir kızın bütün kaderini babasıyla olan ilişkisi belirliyor galiba. Züleyha babasını bırakmamak için hayatının tamamen çocukluğunun ve ideallerinin tam aksi bir yönde evrilmesine izin veriyor.

Ve evliliği de bir mantık kuralları çerçevesinde ele alıyor. Daima gardını almış ve her hareketin hesabını yapar bir hale geliyor. Tabii biz hep Züleyha’nın açısından bakıyoruz, bu evlilikte babasının birlikte savaştığı, bir “derebeyi” olan Yusuf’un neler düşündüğünü bilemiyoruz. Belki Züleyha kendine Yusuf’a âşık olma hakkı tanısaydı daha mutlu olacaktı.

Başına gelen kazadan sonra Yusuf’un onu almaya gelmesini hiç beklemez aslında Züleyha. Üstelik evlerine dönecek olmalarına hiç anlam veremez. Yol boyunca biz de merak ederiz. Yusuf’un aklından neler geçiyordur? Açıkçası o kadar merak ettim ki bir ara son sayfalara bir göz atsam mı dedim. Tabii yapmadım sadece okumayı hızlandırdım. Beni merakta bırakan yazarı da kutladım tabii ki.

Züleyha’nın yol boyu kişiliğindeki dönüşümleri, hayata bakış açısının olağan bir şekilde hiç göze batmadan değişmesini zevkle okudum.

Kitabın sonlarına doğru içimi bir heyecan dalgası kapladı. Yusuf Züleyha’yı affedecek mi? Züleyha aslında affetmeyi gerektirecek bir şey yapmış mıydı? O meseleyi ne zaman konuşacaklardı? Evlilikleri devam edecek miydi? Peki kitabın adı neden “Eski Hastalık”tı?

Kitabı bitirince bazı sorulara cevap buldum bazılarına bulamadım. Kitap sizin de ilginizi çektiyse mutlaka okuyun. Ama sadece bir aşk kitabı gibi değil de arka plandaki Türkiye’yi de fark ederek okuyun. Ayrıca yazarın dili bence çok ağır değil ama Çalıkuşu’na göre daha çok bilmediğim kelime vardı. Birkaç alıntı sanırım dilini anlamak için daha faydalı olacaktır. Mesela “idil” kelimesini cümle içinde hiç kullanmadığımı fark ettim.

“ Herkes kendi hayatını yaşamalıdır. Hiçbir sevgimiz bizi mukadderatımızın yolundan alıkoyacak bir ayak bağı olmamalıdır” şeklinde roman cümlelerini daima tekrar eder ve annelerinin dizleri dibinde yaşayan, onların verdiği kocaya benliğini esir eden Türk kızlarını istihfaf ederdi.

(Sanırım bu alıntı Züleyha’nın bakış açısını en iyi anlatan örnek.)

Zaferi kazanan hakikaten değerli ve kıymetli kumandanlar, vaziyet-i siyasiyenin nezaketini takdir edip ifrata gitmezler, politika ve diplomasi işlerini ehline bırakmak ferasetini gösterirlerse memleket kurtulmuş sayılırdı!

(Bu alıntı da yazarın bakış açısını en iyi anlatan örnek galiba)

Öteki aşk gibi hiç beklenmedik bir dakikada bilinmez sebeplerle başlamış olan bu İdil’e zarar verir korkusuyla ciddi mevzulara dokunmaktan çekiniyorlar, hep ehemmiyetsiz şeylerden bahsediyorlardı.

(Burada idil kelimesi aynen bu şekilde ( İdil’e) özel isim gibi yazılmış.  Soyut kavram, düşünce anlamlarında kullanılmış.)

 

 

 



[1] Panorama demişken, Eleştiri Tarihi  dersinde Yakup Kadri’nin Panorama adlı eserinden bahsediliyordu. Cumhuriyet döneminin ilk 25 yılını öğrenmek için mutlaka okunması gereken bir kitap olduğu söyleniyor. Okunacaklar listeme ekledim bile.

 

[2] Kitap 1938'de yazılmış. Kadınlara seçme ve seçilme hakkı 1934’te verildi evet ama benim anlatmak istediğim Züleyha’nın yetiştiği dönemin genel anlayışı.