Bir önceki yazımda Türkçesine çok
güvendiğim bir yazarla baş başayım demiştim.Evet işte Hasan Ali Toptaş dili
kullanım şeklini en çok sevdiğim yazarlardan biri.Aslında bir İskender Pala
hayranı olarak Osmanlıca terimleri, ağır kelimeleri, ağdalı cümleleri seven
biriyim.Ama Toptaş’ın konuşma diline olan hakimiyeti insanı cezbetmeyecek gibi
değil.Tıpkı bizim mahalleden biriymiş gibi doğal ve akıcı bir dille yazdığı bu
kitabında,unutulmaya yüz tutmuş deyimleri,daha önce duymadığım kelimeleri de
gün yüzüne çıkarmış.Kelime dağarcığı açısından yazarımız tıpkı bir maden
gibi.Kesinlikle fakültelerde ders olarak okutulmalı Toptaş. Dilimize yapılacak
en büyük katkı da bu olur bence.
Yani Hasan
Ali Toptaş ne anlattığı değil nasıl anlattığı önemli olan bir yazar.Zaten bu kitabının
konusunu da birkaç cümleyle ifade edebiliriz.Nihayetinde babasını doktor doktor
gezdiren bir oğulun hissettikleri anlatılmış.Ve böyle sıradan bir konu Toptaş’ın
dilinde çok beğenerek okuduğum bir esere dönüşmüş.Kitabı okumaya başlayınca
eski bir hatıramın gözümde canlanmasıyla da hemen adapte oldum kitaba.
Yıllar önce Aksaray’dan Eskil’e
giderken bir kavşakta herkes korna çalmaya başlamıştı aniden.Biraz ilerleyince
yaşlı bir adamın traktörle yolda kaldığını bu yüzden de tüm trafiğin alt üst
olduğunu görmüştüm.Bindiğim otobüsün camından çok ama çok kısa bir süre o
adamla göz göze gelmiştik.O bir saniyede adamın gözlerinde gördüğüm çaresizlik
içime işlemişti.Beyazlaşmış saçlarına taktığı kasketi, boynuna mendil sardığı
,kahverengi kareli gömleği,ne yapayım diyerek iki yana açtığı,tarlada
çalışmaktan nasırlaşmış elleri hala hatırlarım.
Kuşlar Yasına Gider’i okuyunca o
adam geldi gözümün önüne.Sanki traktördeki adam Aziz rolünde karşıma çıkmıştı
birden.Aziz,hikayemizin temel unsuru.Anlatıcının babası.Kitap baba-oğul
ilişkisi içinde ilerliyor.Ama yazarımız baba-oğul ilişkisini edebiyat dünyasında
hep anlatıldığı gibi bir çatışma,iktidar mücadelesi çerçevesinde
değil de,sayı-sevgi ve uyum içinde ele almış.
Yazar babasını kaybettikten sonra
yazmış kitabı ama bunun otobiyografik bir roman olmadığını hem kitapta hem de
bir röportajında belirtmiş.Romanı üçüncü tekil kişinin ağzından yazmak yerine
Aziz’in oğlunu kullanarak daha da zorlaştırmış işi kendi açısından.Bir roman
yazmanın en garanti yolu üçüncü tekil kişinin anlatıcı olmasıdır belki
de.Böylece yazar daha geniş bir açıdan aktarabilir olayları.Oysa anlatıcı belli
bir kişiyse yazarın bildikleri o üçüncü şahsın bildikleriyle sınırlı kalır.Ama
Hasan Ali Toptaş kelimelerle o kadar hasbihal içinde ki bunun kendisine zorluk
çıkarmayacağını düşünmüştür zaten.
Aziz’in protez bacağını
değiştirmek için Ankara’ya oğlunun yanına gitmesiyle başlayan romanımızı, Ankara-Denizli
arasında mekik dokuyan Aziz’in oğlu aktarıyor bize.
Kitabın çoğu kısmı aynı yolda geçiyor:Polatlı çıkışı,Haymana
yol ayrımı,Gömü,Temelli,Bayat…
Sadece yollar değil,beyaz gömlekli çocuk, anlatıcıyı yolda
sürekli takip eden beyaz at,başka bir deyişle ecel atı ve dinlenen türküler de sürekli
tekrarlanıyor.Bu tekrarlar okuyucuyu sıkmak yerine rahatlatıyor bence.Çünkü
yaptığı bu tekrarlarla yaşam denen döngünün altını çiziyor yazar.Ve eninde
sonunda hep aynı yere yaklaşacağımızı haber veriyor:Ölüme.
Hikayemizin baba-oğul ilişkisinin
de gerisinde ölümün kabullenilmesi var.Hatta bana öyle geliyor ki yazar bu
romanı babasının ölümünü kabullenebilmek için yazmak zorundaydı.Yazar, usul
usul yağan yaz yağmuru gibi ölümü içimize işliyor,ölümü bekletiyor bize,ölümü
olabildiğince normalleştiriyor,ölümle yüzleşmemizi sağlıyor ve en sonunda ölümü
kabullendiriyor.Üstelik kafamıza
balyozlar indirerek değil, dinginlikle, hani sözüne değer verdiğimiz,hayat
tecrübesini nasihat vermeden bize aktaran bir abi gibi yapıyor bunu.
Normalde edebi değeri yüksek bir
kitabı okuduğumda son sayfayı bitirip derin bir nefes alır ve o anki
mutluluğumu yüreğime hapsetmeye çalışırım.O anlık hazzın damarlarımda
ilerleyişinin rehavetiyle hem mutlu olurum hem de güzel bir kitabın bitmesiyle
hüzünlenirim.Oysa Kuşlar Yasına Gider’i bitirince,sanki yazar o son cümlenin
noktasını aldı,büyüttü, büyüttü ve koca bir taş halinde, geldi kalbimin üstüne
bıraktı.Nefes aldırmadı bana.Etkisinden uzun süre kurtulamadım.
Birçok cümlesiyle burnumun
direğini sızlatan,röportajlarını okuduğumda ise hayalimi* yaşadığını
öğrendiğim,her ne kadar Doğu’nun Kafkası benzetmesi yapılsa da bence Türk
Edebiyatı’nın abisi olan Hasan Ali Toptaş ‘ı herkese tavsiye ediyorum ama bir
yandan da bir tek ben okuyayım bana özel olsun istiyorum.İlk kez bir yazarı
kendime saklamak istedim açıkçası.Ve hissettiklerimi anlatamamaktan korktuğum
için bu yazıyı yazmak çok zor oldu .Başa dönüp yazımı okuduğumda kitabın çok az
bir kısmını ele alabildiğimi görüyorum. Daha fazlası için en iyisi kendiniz
okuyun bu kitabı.
Şimdi ben,Aziz’in mezarı başından
kalkıp başka bir dünyaya açılmaya hazır hissediyorum kendimi.Siz de sağda solda
hembembe sekmeyin**, yazarımızla tanışın bir an önce 😄
*Yazarımız 2004' te emekli olduktan sonra tüm zamanını kitap okumaya ayırmış.Bir nevi benim hayalim onun şuan yaşantısı.
** Bu sözü ilk kez bu kitapta duydum ve çok hoşuma gitti.
Seni tebrik ediyorum Ayşegül çok güzel bir yazı olmuş.Artık seninde öykü ya da romanlarını bekliyoruz.
YanıtlaSilTeşekkürler Erkan hocam. Tek dileğim bu.
YanıtlaSil