14 Nisan 2020 Salı

Gör Beni - Azra Kohen


Kohen’in, Osmanlı’nın son dönemi ile Cumhuriyet’in ilk yıllarını yani iki devrin hikâyesini anlattığı kitapta Cumhuriyet için sevdiklerini kaybetmiş kadın kahramanın sürekli sorduğu, cevabını dört gözle beklediğimiz “Değdi mi?” sorusunu ben de kitap için yönelteyim. 593 sayfa okumaya değdi mi peki?

Bakalım değmiş mi?

Bu kitabı iki farklı açıdan incelemek istiyorum. Önce kitabın içerdiği bilgilere, bize öğrettiklerine göz atalım. Sonra da kitabı bir roman olarak ele alalım.

Kitapta, Hz.İsa’nın Yahudiliğinden, siyahi olmasından, İncil’in, Tevrat’ın kökeninden, Dünya’nın en eski medeniyetlerinden olan Sümerlerin tabletlerinden, o tabletlerdeki anlatılanlarla İncil ve Tevrat’ın benzerliklerinden( Burada nedense(!) yazar “Kur-an” a dokunmadan kıyıdan kıyıdan yürümüş.), kullandığımız zaman dilimini nereden aldığımızdan, Enoch’un kitabından-beni en çok ilgilendiren bölüm- bahsediliyor.
Burada bir parantez açıp Enoch’tan bahsedelim. Kimdir Enoch? Nuh’un dedesinin babası.

Hz.İsa doğmadan 300 yıl önce Etiyopya’da bulunan bu kitapta Yaratılış hikâyesi anlatılır. Tesadüfe bakın ki hikâyenin bir benzerini daha sonra İncil ve Tevrat’ta görürüz. Enoch’un kitabının orijinal İncil’i temsil ettiğini de söylüyor yazar.

Ayrıca Konstantin’in neden paganlığı bırakıp Hristiyanlığa geçtiği, Dünya’nın en eski din kitabı Rig Veda( Hinduizm’in kitabı), Anunakiler, İngiliz İstihbarat Servisi’nin kökeni ve gücü, Thomas Edward Lawrence’ın icadı Vahabizm, bazı ülkelerin sömürgecilik sistemiyle, köklü bir tarihe sahip ülkeleri bile nasıl dize getirdiği gibi birçok konuda bizi bilgilendiriyor Azra Kohen.

Bu bilgilerin hepsi değerli ama birçoğunun internette bulabileceğimiz bilgiler olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Üstelik İncil’i, Tevrat’ı inceleyip Kur-an’a hiç dokunmamak soru işaretleri bıraktı bende. Yazar suya sabuna dokunmak istememiş diye düşündürdü. Hâlbuki bir yazar kaleminin gölgesini bile düşürmemeli cümlelerine. Hiçbir otoriteden etkilenmeden, okur ne düşünür, tepki çeker miyim diye korkmadan yazabilmeli.
Şimdi gelelim kitabı bir roman olarak ele almaya.

Sadrazamın oğlu olan Selim ile Cumhuriyet’e gönülden bağlı Ülkü’nün aşkını zaman zaman heyecanla okusam da, sürekli yakınlaşıp yakınlaşıp uzaklaşmaları bana günümüz dizilerini hatırlattı. Maalesef bu tarz ilişkileri hiç izleyemeyen biri olarak okurken de yoruldum. Üstelik bir aşkın ne kadar büyük olduğunu anlatmanın en iyi yolu o aşkın etkileyiciliğini sürekli tekrarlayıp durmak değildir.

Okuyanlar bilirler, hani Çalıkuşu romanında Feride, Kamran’ın evlendiğini duyunca tüm gün kahkahalarıyla ortalığı inletir de sonra eline batan bir diken yüzünden saatlerce ağlar ya… Şimdi düşünün, Feride, Kamran’ın evlendiğini öğrendiğinde ayılıp bayılsaydı ne kadar etkili olurdu gözümüzde. Maalesef Kohen böyle büyük bir aşk etkisi yaratamamış, aşkı romana yedirememiş. Hele o aralara serpiştirdiği cinsellik kırıntılarının, aşkın büyüsünden değil de okurun dikkatini çekme çabasından olduğunu çok belli etmiş.

Diğer kahramanlara gelince, hepsinin bize vereceği bir hayat dersinin olması doğallığı zedelemiş. Sonlara doğru ise yazar kitabı bitirme kaygısına girmiş. Olayları fazla hızlandırmış bu yüzden de mesela Ülkü’ye düşman olan Selim’in annesinin biranda 180 derece dönmesini açıklayamamış.

Neredeyse yazdığı her paragrafın sonunu bir soru cümlesiyle bitirmesinin, okurun düşünmesini sağlamak yerine ona ne düşünmesi gerektiğini empoze etmesinin nedenini de anlamış değilim. Yapılan imla ve noktalama yanlışlarından ise hiç bahsetmiyorum.

Tabii tüm bunların yanında bazı sahnelerde ( bu kitabın da bir dizisi mi olacak yoksa) önerilen müzikleri ise beğendim. Favorim ise Andre Rieu- And The Waltz Goes On oldu. 

Kitapta yer alan,

"Atatürk'ün tasarladığı tarih kitaplarında Sümer uygarlığına, diğer ülkelerde okutulan tarihten daha detaylı yer verilmiş, ancak 1946'dan itibaren Amerikan Yardımı'nın başlaması ile birlikte ülkemizde Rockefeller Vakfı'nın içeriğini hazırlattığı tarih kitapları okutulmaya başlamış ve içerik değişmiştir," cümleleri ise kitabın yarısına bedeldi.

Yazarın Fi,Çi,Pi serisini de okumuş bir okur olarak bu kitapta  Can Manay kadar etkileyici bir karakter yaratamadığını söylemek zorundayım. O seride de beğenmediğim kısımlar vardı ama yazar dikkat çeken karakterler sermişti önümüze.

Ve dönelim baştaki sorumuza, Kohen’in kahramanı Ülkü, değdi mi sorusuna cevap vermiyor (sanki burada da ne şiş yansın ne kebap diye düşünmüş yazar) ama ben vereyim.

Bir roman olarak düşündüğümde maalesef değmedi. Ama içerdiği bilgiler için yazarın hakkını da yemek istemem. Umarım “Dinle Beni” kitabı daha değecek bir kitap olur.

Şimdi ben, beni haftalardır zorlayan ama bitirmeye inat ettiğim Borges’e dönüyorum. 

Evde kalın.
Kitapla kalın.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder