Kohen’in, Osmanlı’nın son dönemi ile Cumhuriyet’in ilk yıllarını yani iki devrin hikâyesini
anlattığı kitapta Cumhuriyet için sevdiklerini kaybetmiş kadın kahramanın
sürekli sorduğu, cevabını dört gözle beklediğimiz “Değdi mi?” sorusunu ben de
kitap için yönelteyim. 593 sayfa okumaya değdi mi peki?
Bakalım
değmiş mi?
Bu kitabı
iki farklı açıdan incelemek istiyorum. Önce kitabın içerdiği bilgilere, bize
öğrettiklerine göz atalım. Sonra da kitabı bir roman olarak ele alalım.
Kitapta,
Hz.İsa’nın Yahudiliğinden, siyahi olmasından, İncil’in, Tevrat’ın kökeninden,
Dünya’nın en eski medeniyetlerinden olan Sümerlerin tabletlerinden, o
tabletlerdeki anlatılanlarla İncil ve Tevrat’ın benzerliklerinden( Burada
nedense(!) yazar “Kur-an” a dokunmadan kıyıdan kıyıdan yürümüş.), kullandığımız
zaman dilimini nereden aldığımızdan, Enoch’un kitabından-beni en çok
ilgilendiren bölüm- bahsediliyor.
Burada bir
parantez açıp Enoch’tan bahsedelim. Kimdir Enoch? Nuh’un dedesinin babası.
Hz.İsa
doğmadan 300 yıl önce Etiyopya’da bulunan bu kitapta Yaratılış hikâyesi
anlatılır. Tesadüfe bakın ki hikâyenin bir benzerini daha sonra İncil ve Tevrat’ta
görürüz. Enoch’un kitabının orijinal İncil’i temsil ettiğini de söylüyor yazar.
Ayrıca Konstantin’in neden paganlığı bırakıp Hristiyanlığa geçtiği, Dünya’nın en eski din kitabı Rig Veda( Hinduizm’in kitabı), Anunakiler, İngiliz İstihbarat Servisi’nin kökeni ve gücü, Thomas Edward Lawrence’ın icadı Vahabizm, bazı ülkelerin sömürgecilik sistemiyle, köklü bir tarihe sahip ülkeleri bile nasıl dize getirdiği gibi birçok konuda bizi bilgilendiriyor Azra Kohen.
Bu bilgilerin
hepsi değerli ama birçoğunun internette bulabileceğimiz bilgiler olduğu
gerçeğini değiştirmiyor. Üstelik İncil’i, Tevrat’ı inceleyip Kur-an’a hiç
dokunmamak soru işaretleri bıraktı bende. Yazar suya sabuna dokunmak istememiş
diye düşündürdü. Hâlbuki bir yazar kaleminin gölgesini bile düşürmemeli
cümlelerine. Hiçbir otoriteden etkilenmeden, okur ne düşünür, tepki çeker miyim
diye korkmadan yazabilmeli.
Şimdi
gelelim kitabı bir roman olarak ele almaya.
Sadrazamın
oğlu olan Selim ile Cumhuriyet’e gönülden bağlı Ülkü’nün aşkını zaman zaman
heyecanla okusam da, sürekli yakınlaşıp yakınlaşıp uzaklaşmaları bana günümüz
dizilerini hatırlattı. Maalesef bu tarz ilişkileri hiç izleyemeyen biri olarak
okurken de yoruldum. Üstelik bir aşkın ne kadar büyük olduğunu anlatmanın en
iyi yolu o aşkın etkileyiciliğini sürekli tekrarlayıp durmak değildir.
Okuyanlar bilirler,
hani Çalıkuşu romanında Feride, Kamran’ın evlendiğini duyunca tüm gün
kahkahalarıyla ortalığı inletir de sonra eline batan bir diken yüzünden
saatlerce ağlar ya… Şimdi düşünün, Feride, Kamran’ın evlendiğini öğrendiğinde
ayılıp bayılsaydı ne kadar etkili olurdu gözümüzde. Maalesef Kohen böyle büyük
bir aşk etkisi yaratamamış, aşkı romana yedirememiş. Hele o aralara serpiştirdiği
cinsellik kırıntılarının, aşkın büyüsünden değil de okurun dikkatini çekme
çabasından olduğunu çok belli etmiş.
Diğer
kahramanlara gelince, hepsinin bize vereceği bir hayat dersinin olması doğallığı
zedelemiş. Sonlara doğru ise yazar kitabı bitirme kaygısına girmiş. Olayları
fazla hızlandırmış bu yüzden de mesela Ülkü’ye düşman olan Selim’in annesinin
biranda 180 derece dönmesini açıklayamamış.
Neredeyse
yazdığı her paragrafın sonunu bir soru cümlesiyle bitirmesinin, okurun
düşünmesini sağlamak yerine ona ne düşünmesi gerektiğini empoze etmesinin
nedenini de anlamış değilim. Yapılan imla ve noktalama yanlışlarından ise hiç
bahsetmiyorum.
Tabii tüm
bunların yanında bazı sahnelerde ( bu kitabın da bir dizisi mi olacak yoksa) önerilen müzikleri ise beğendim. Favorim ise Andre Rieu-
And The Waltz Goes On oldu.
Kitapta yer alan,
Kitapta yer alan,
"Atatürk'ün tasarladığı tarih kitaplarında Sümer uygarlığına, diğer ülkelerde okutulan tarihten daha detaylı yer verilmiş, ancak 1946'dan itibaren Amerikan Yardımı'nın başlaması ile birlikte ülkemizde Rockefeller Vakfı'nın içeriğini hazırlattığı tarih kitapları okutulmaya başlamış ve içerik değişmiştir," cümleleri ise kitabın yarısına bedeldi.
Yazarın
Fi,Çi,Pi serisini de okumuş bir okur olarak bu kitapta Can Manay kadar etkileyici bir karakter
yaratamadığını söylemek zorundayım. O seride de beğenmediğim kısımlar vardı ama
yazar dikkat çeken karakterler sermişti önümüze.
Ve dönelim baştaki sorumuza, Kohen’in kahramanı Ülkü, değdi mi sorusuna cevap
vermiyor (sanki burada da ne şiş yansın ne kebap diye düşünmüş yazar) ama ben
vereyim.
Bir roman
olarak düşündüğümde maalesef değmedi. Ama içerdiği bilgiler için yazarın
hakkını da yemek istemem. Umarım “Dinle Beni” kitabı daha değecek bir kitap
olur.
Şimdi ben, beni haftalardır zorlayan ama bitirmeye inat ettiğim Borges’e dönüyorum.
Evde kalın.
Kitapla kalın.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder