Turgut Özakman yaklaşık 50 yıl
önce (ilk basım tarihi 1970) yazdığı bu ilk kitabında hastalıklı bir aşkı konu
edinmiş.Hastalıklı,çarpık ama bir yandan fedakarlık,şefkat, şehvet de dahil bin
türlü duygu barındıran bir aşk bu.
Anne ve babasını bebekken kaybetmiş
bir çocuğun dayısının dul eşi Tiya Eleni ile olan aşkının anlatıldığı kitabın
ilk 30-40 sayfasını, biraz çekinerek ve kendimi bu ilişkiyi anlamaya zorlayarak
okudum açıkçası. Çünkü insan anlamadığı şeye inanmıyor,inanmadığı şeyi sevemiyor
ve sevmediği şeyi hoşgöremiyor.
İsimsiz çocuk kahramanımızın
babası, o doğmadan Suriye’de şehit düşmüş, annesi de daha oğlunu sütten bile
kesemeden ölmüş. Böylece bizim çocuk kahramanımız hem öksüz hem yetim kalarak
babaannesinin Kocabey Konağı’nda yaşamaya devam etmiş. Yazları da anneannesinin
güvercinli köşkünde (Hüsrev Paşa Konağı) el üstünde tutulmuş.Köşkte yaşayan yoğun kadın nüfusunun tam ortasında, herkesin sevdiği bir çocuk olmuş hep.Kocasını
erken yaşta kaybeden Eleni ise,çocuk kahramanımızın dayısının emaneti olarak, köşkün bir odasında, kendi halinde bir yaşam sürmeye devam etmiş.
Önceleri çocuğu kendi evladı gibi
bağrına basan, ona hayatı öğretmeye çalışan Eleni ‘nin bu sevgisi de çocuk
büyüdükçe şekil değiştirir. Bir anne-oğul sevgisinin, zamanla kadın-erkek
ilişkisine dönmesini, bazen şaşırarak, bazen yok artık olamaz diyerek,bazen de
üzülerek okudum.
Anne-baba sevgisi görmeyen çocuk ile sevmeye doyamamış Eleni her geçen
gün birbirlerine daha derin bir şekilde bağlanırlar ama bu bağın, yıllar
geçtikçe tehlikeli bir hal aldığını fark eder köşk halkı. Onları birbirlerinden ayırmaya
çalışırlar.Çünkü artık genç bir adam olan isimsiz kahramanımızla Rum güzeli
Eleni’ nin aşkı yanlıştır, ayıptır, günahtır. Çocuğun aşkının zamanla bitmesini
bekleyenlerse, onun bu uğurda canını bile feda edebileceğine en acı şekilde
tanık olurlar.
Başlangıçta uzaktan ve temkinli
bir şekilde izlediğim bu acı hikayeye ancak sonlara yaklaştıkça dahil
olabildim. Akıcı bir dille yazılan kitabı elimden bırakamadım.
Ayrıca yazarın Osmanlının son dönemi ve Cumhuriyetin ilk
yıllarını bu aşkın gerisine ustalıkla yerleştirmesini de çok beğendim. Yazar, çocuk kahramanımızın babaanne eviyle o dönemin köy yaşantısını ( köy dediğime
bakmayın şimdiki Bakırköy’den bahsediliyor) köylülerin savaşa ve Cumhuriyete
yaklaşımını, anneanne eviyle de İstanbul’un konak yaşantısının yavaş yavaş
kayboluşunu, Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan devrimlerin etkisini, yeni
yazıya geçiş sürecini, fesin kaldırılmasını, açılan pastaneleri, sinemaları kısacası 1920-1930 İstanbul’unu
gözler önüne sermiş.