20 Mart 2017 Pazartesi

Aşk ve Öbür Cinler - Gabriel Garcia Marquez

Marquez’in Aşk ve Öbür Cinler kitabını anlamaya çalışmadan önce büyülü gerçekçilik kavramına bir göz atmamız gerekiyor
            Temelleri Alman eleştirmen Franz Roh tarafından atılan büyülü gerçekçilik;normal kabul edilen sanat akımlarında olmaması gereken mantık dışı öğelerin barınması,olağanüstü olayların,mucizelerin gerçekmiş gibi anlatılmasıdır.Üstelik bu olağanüstü olaylar o kadar sıradanlaştırılarak anlatılır ki, size inanmaktan başka çare kalmaz.Büyülü gerçekçilik,fantastik edebiyata benzese de önemli farklılıkları vardır.Mesela fantastik hikayelerde hem kahramanlar hem mekanlar doğa üstüdür,hayal ürünüdür.Oysa büyülü gerçekçilikte yaşanan doğa üstü olaylar gerçek mekanlarda geçer.Bir nevi gerçekle büyünün birleşimi ve bu birleşimin sıradanlaştırılmasıdır diyebiliriz.

1960’larda Latin Amerikan Edebiyatı’nın yükselişe geçmesiyle büyülük gerçekçilik kavramı da daha geniş yer bulmuş hikayelerde.Marquez de öncülerinden olmuş.Bizde ise Latife Tekin’in “Sevgili Arsız Ölüm” ve Hasan Ali Toptaş’ın  “Kayıp Hayaller Kitabı” eserlerini büyülü gerçekçiliğe örnek olarak verebiliriz.

            Bu bilgiler ışığında kitabı okuduğumuzda büyülü gerçekçiliğin başarılı bir örneğiyle karşılaştığımızı anlıyoruz.
            Kitapta özetle ,anne ve babası tarafından sevgisizliğe mahkum edilmiş 12 yaşındaki Sierva Maria ‘nın bir köpek ısırması sonucu kuduz olduğunun düşünülmesi,belirtilerin şeytan çarpması olarak yorumlanması,babası tarafından içindeki şeytandan kurtulması için kiliseye teslim edilmesi ve şeytan çıkarmak için görevlendirilen Peder Cayetano Delaura’yla Seierva’nın tutkulu bir aşk yaşamaları anlatılmış.

            Kitabı okurken, yazıldığı türü göz önünde bulundursam da,mantık dışı şeyler olabileceğini kabul etsem de,yazıldığı dönemi düşünmeye çalışsam da 12 yaşındaki bir kızla 33 yaşındaki bir pederin aşkını içselleştiremedim.Daha gözümün önüne getirmekten imtina ettiğim iki aşığın duygularını yüreğimde hissetmem mümkün olmadı.Bu yüzden kitabın aşk kısmını es geçtim diyebilirim.Her ne kadar büyülü gerçekçilikte karakterlerin ruhsal yönden açıklanmadığını,yazarın karakteri okuyucunun önüne sermediğini bilsem de pederin ilgisinin hemen nasıl aşka dönüştüğünü de anlayamadım.

Sahi aşk böyle birden bire oluyor muydu?Ben hiç ilk görüşte aşık olmadım ki.Karşımdakinin yüreğini görmeden,kalbimin sesini duyamadım hiç.İşte bu yüzden Marquez anlattığı aşkla beni etkileyemedi.Ama aşk dışındaki olaylar ve kitaptaki her bir karakter oldukça ilgi çekiciydi.

Kızını bir türlü sevemeyen Bernarda,kavuşamadığı akıl hastası sevigilisi için bekaret yemini etmişken Bernarda’nın oyununa gelip onunla evlenmek zorunda kalan  ve baba olmanın ne demek olduğunu anladığı sırada kızını kiliseye teslim etmek zorunda kalan Markiz,kilisenin kara defterinde yer alan Doktor Abrenuncio, Markiz’in akıl hastası sevgilisi Dulce Olivia,Sierva’ya delice aşık Peder Delaura…Abartısız hep biri ayrı bir roman karakteri olacak nitelikteydi benim gözümde.

Ayrıca Afrikalı kölelerin yaşantısı ve kilisenin hurafelerle dolu yapısı da biraz puslu ama vazgeçilmez bir dekor olarak yerini almış hikayenin gerisinde.
Son olarak;kitabı gayet başarılı bulsam da eğer Marquez’i daha önce okumadıysanız,bu kitapla başlamayın,Marquez’e Kırmızı Pazartesi ile bir merhaba denmeli bence.


1 yorum: