
Temelleri Alman eleştirmen Franz Roh tarafından atılan büyülü gerçekçilik;normal kabul
edilen sanat akımlarında olmaması gereken mantık dışı öğelerin
barınması,olağanüstü olayların,mucizelerin gerçekmiş gibi
anlatılmasıdır.Üstelik bu olağanüstü olaylar o kadar sıradanlaştırılarak
anlatılır ki, size inanmaktan başka çare kalmaz.Büyülü gerçekçilik,fantastik
edebiyata benzese de önemli farklılıkları vardır.Mesela fantastik hikayelerde
hem kahramanlar hem mekanlar doğa üstüdür,hayal ürünüdür.Oysa büyülü
gerçekçilikte yaşanan doğa üstü olaylar gerçek mekanlarda geçer.Bir nevi
gerçekle büyünün birleşimi ve bu birleşimin sıradanlaştırılmasıdır diyebiliriz.
1960’larda Latin Amerikan
Edebiyatı’nın yükselişe geçmesiyle büyülük gerçekçilik kavramı da daha geniş
yer bulmuş hikayelerde.Marquez de öncülerinden olmuş.Bizde ise Latife Tekin’in
“Sevgili Arsız Ölüm” ve Hasan Ali Toptaş’ın
“Kayıp Hayaller Kitabı” eserlerini büyülü gerçekçiliğe örnek olarak
verebiliriz.
Bu bilgiler
ışığında kitabı okuduğumuzda büyülü gerçekçiliğin başarılı bir örneğiyle
karşılaştığımızı anlıyoruz.
Kitapta
özetle ,anne ve babası tarafından sevgisizliğe mahkum edilmiş 12 yaşındaki
Sierva Maria ‘nın bir köpek ısırması sonucu kuduz olduğunun düşünülmesi,belirtilerin
şeytan çarpması olarak yorumlanması,babası tarafından içindeki şeytandan
kurtulması için kiliseye teslim edilmesi ve şeytan çıkarmak için
görevlendirilen Peder Cayetano Delaura’yla Seierva’nın tutkulu bir aşk yaşamaları
anlatılmış.
Kitabı
okurken, yazıldığı türü göz önünde bulundursam da,mantık dışı şeyler
olabileceğini kabul etsem de,yazıldığı dönemi düşünmeye çalışsam da 12
yaşındaki bir kızla 33 yaşındaki bir pederin aşkını içselleştiremedim.Daha
gözümün önüne getirmekten imtina ettiğim iki aşığın duygularını yüreğimde
hissetmem mümkün olmadı.Bu yüzden kitabın aşk kısmını es geçtim diyebilirim.Her
ne kadar büyülü gerçekçilikte karakterlerin ruhsal yönden
açıklanmadığını,yazarın karakteri okuyucunun önüne sermediğini bilsem de
pederin ilgisinin hemen nasıl aşka dönüştüğünü de anlayamadım.
Sahi aşk böyle birden bire oluyor
muydu?Ben hiç ilk görüşte aşık olmadım ki.Karşımdakinin yüreğini
görmeden,kalbimin sesini duyamadım hiç.İşte bu yüzden Marquez anlattığı aşkla
beni etkileyemedi.Ama aşk dışındaki olaylar ve kitaptaki her bir karakter
oldukça ilgi çekiciydi.
Kızını bir türlü sevemeyen
Bernarda,kavuşamadığı akıl hastası sevigilisi için bekaret yemini etmişken
Bernarda’nın oyununa gelip onunla evlenmek zorunda kalan ve baba olmanın ne demek olduğunu anladığı
sırada kızını kiliseye teslim etmek zorunda kalan Markiz,kilisenin kara
defterinde yer alan Doktor Abrenuncio, Markiz’in akıl hastası sevgilisi Dulce
Olivia,Sierva’ya delice aşık Peder Delaura…Abartısız hep biri ayrı bir roman
karakteri olacak nitelikteydi benim gözümde.
Ayrıca Afrikalı kölelerin
yaşantısı ve kilisenin hurafelerle dolu yapısı da biraz puslu ama vazgeçilmez
bir dekor olarak yerini almış hikayenin gerisinde.
Son olarak;kitabı gayet başarılı bulsam da eğer Marquez’i daha
önce okumadıysanız,bu kitapla başlamayın,Marquez’e Kırmızı Pazartesi ile bir
merhaba denmeli bence.
Bu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSil