Livaneli, yazmaya başladıktan 29 yıl sonra tamamlayabildim
dediği bu kitabında çok farklı bir teknik kullanmış. İlk sayfalarda bu teknik çok hoşuma gitse de
zamanla kitabın içine girmemi zorlaştırdı. Bu yüzden çok sürükleyici bir kitap
olduğunu söyleyemeyeceğim.
Akılda
kalıcı, okuru tam on ikiden vuracak bir cümleyle başlayan kitabın ilk bölümünde
anlatıcı 3.tekil şahıs. 2. bölüme geçtiğimizde ise birden romanın baş kahramanı
anlatmaya başlıyor olayları. Bu durum her bölümde de tekrar ediyor.
Romanın baş
kahramanı Sami Baran, hayat hikayesini kitap haline getirmek isteyen yazar
arkadaşına tek bir şart koşar. Romanı okuyup, uygun görmediği yerleri
değiştirmek ister. Böylece her bölümden sonra olayları bir de Sami Baran’ın
ağzından dinleriz. İki koldan yürüyen bu roman bir süre sonra bütünlük sorunu
yaşamaya başlıyor. Düşünsenize bir kitaba kendinizi tam kaptırmışken romanın
baş kahramanı çıkıp, aslında olaylar öyle değil de böyleydi diyor. Bu
da bir sonraki bölümde yazarın anlattıklarına şüpheyle yaklaşmanıza, işin aslını
daha çok merak etmenize, yazarın anlattığı yerleri çabucak geçip Sami Baran’ı
dinlemeye itiyor sizi. Bu teknik hem yazarın anlattıklarını önemsizleştirmiş
hem de karakter tahlillerinin ikinci plana itilmesine sebep olmuş.
Teknik kısmı
bırakıp konuya gelecek olursak;
Politik mülteci olarak İsveç’te yaşayan Sami Baran,
Türkiye’de 12 Mart darbesinde kendisini sorgulayan, işkence eden devlet
bakanıyla aynı hastanede karşılaşır. Böylece kendisi gibi iltica eden
arkadaşlarıyla hastanede yatmakta olan bakanı öldürme planları yaparlar. Her ne
kadar kitabı çok benimseyemeden okusam da intikam mı bağışlamak mı ikilemini
çok başarılı anlattığını söylemeliyim.
Ayrıca
İsveç’te yaşayan mültecilerin durumunu, darbenin, politikayla hiç ilgisi
olmayan birinin bile hayatını nasıl alt üst edebildiğini, anadilin önemini çok
iyi kavratan bir kitap.
Bu kitapta
benim en çok hoşuma giden şey ise,
politikayla ilgili düşüncelerimin birebir olarak romanın kişilerinden
birinin ağzından duymak oldu.
Sami gibi
İsveç’e iltica etmiş olan Bülent diyor ki;
“Sonla Futbol Stadyumu’nda İsveç’in AIK takımıyla
Galatasaray’ın maçında tribünleri dolduran binlerce Türk, bir anda bayrağı yırttılar
söylentisi üzerine İsveçlilere saldırıp onları dövmeye başladılar. Stadyum savaş
alanına döndü. Oysa sonra hiçbir bayrağın yırtılmadığı ortaya çıktı.Aynı
kalabalık başka bir gücün etkisinde çok farklı davranabilirdi. Sorun siyasi
çelişkilerden değil, iki tarafın da kendilerine benzemeyen insanları yok etme
tutkusundan kaynaklanıyordu. Bölünmüş dünyada sağduyulu kalmaya çalışan ve
herhangi bir takıma girmeyen adama duyulan kuşku, sonunda o insanın çarmıha
gerilmesiyle sonuçlanıyordu.”
Ben de
çarmıha gerilme pahasına diyorum ki, illa bir gruba ait olmak gerekmiyor bu
hayatta. Hatta diyebilirim ki kendinizi bir gruba ait hissediyorsanız dünyaya
objektif bakmanız mümkün değil. Hele ki bu grup siyasi bir oluşumsa farkında
olmadan etrafınıza bir duvar örmüşsünüz demektir. Dahil olduğu grubu sonuna
kadar savunanlardansanız ise maalesef vahim durumdasınız. Sizin için yapılacak
bir şey yok artık.
Kitaba dönersek;
Yazar ve Sami’nin sırayla anlattığı olayların sonunda ne
oldu dersiniz? Kitabın kalbi olan intikam ve bağışlama arasındaki seçim nasıl
sonuçlandı acaba? Kitabı okuyunca eminim bunu beklemiyordum diyeceksiniz.
Seçimlerinizin hep bağışlamaktan yana olması dileğiyle.İyi okumalar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder