10 Mart 2018 Cumartesi

Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm - Zülfü Livaneli


        Livaneli, yazmaya başladıktan 29 yıl sonra tamamlayabildim dediği bu kitabında çok farklı bir teknik kullanmış.  İlk sayfalarda bu teknik çok hoşuma gitse de zamanla kitabın içine girmemi zorlaştırdı. Bu yüzden çok sürükleyici bir kitap olduğunu söyleyemeyeceğim.

            Akılda kalıcı, okuru tam on ikiden vuracak bir cümleyle başlayan kitabın ilk bölümünde anlatıcı 3.tekil şahıs.  2. bölüme geçtiğimizde ise birden romanın baş kahramanı anlatmaya başlıyor olayları. Bu durum her bölümde de tekrar ediyor.

            Romanın baş kahramanı Sami Baran, hayat hikayesini kitap haline getirmek isteyen yazar arkadaşına tek bir şart koşar. Romanı okuyup, uygun görmediği yerleri değiştirmek ister. Böylece her bölümden sonra olayları bir de Sami Baran’ın ağzından dinleriz. İki koldan yürüyen bu roman bir süre sonra bütünlük sorunu yaşamaya başlıyor. Düşünsenize bir kitaba kendinizi tam kaptırmışken romanın baş kahramanı çıkıp, aslında olaylar öyle değil de böyleydi diyor. Bu da bir sonraki bölümde yazarın anlattıklarına şüpheyle yaklaşmanıza, işin aslını daha çok merak etmenize, yazarın anlattığı yerleri çabucak geçip Sami Baran’ı dinlemeye itiyor sizi. Bu teknik hem yazarın anlattıklarını önemsizleştirmiş hem de karakter tahlillerinin ikinci plana itilmesine sebep olmuş.

            Teknik kısmı bırakıp konuya gelecek olursak;
            Politik mülteci olarak İsveç’te yaşayan Sami Baran, Türkiye’de 12 Mart darbesinde kendisini sorgulayan, işkence eden devlet bakanıyla aynı hastanede karşılaşır. Böylece kendisi gibi iltica eden arkadaşlarıyla hastanede yatmakta olan bakanı öldürme planları yaparlar. Her ne kadar kitabı çok benimseyemeden okusam da intikam mı bağışlamak mı ikilemini çok başarılı anlattığını söylemeliyim.

            Ayrıca İsveç’te yaşayan mültecilerin durumunu, darbenin, politikayla hiç ilgisi olmayan birinin bile hayatını nasıl alt üst edebildiğini, anadilin önemini çok iyi kavratan bir kitap.

            Bu kitapta benim en çok hoşuma giden şey ise,  politikayla ilgili düşüncelerimin birebir olarak romanın kişilerinden birinin ağzından duymak oldu.

            Sami gibi İsveç’e iltica etmiş olan Bülent diyor ki;
“Sonla Futbol Stadyumu’nda İsveç’in AIK takımıyla Galatasaray’ın maçında tribünleri dolduran binlerce Türk, bir anda bayrağı yırttılar söylentisi üzerine İsveçlilere saldırıp onları dövmeye başladılar. Stadyum savaş alanına döndü. Oysa sonra hiçbir bayrağın yırtılmadığı ortaya çıktı.Aynı kalabalık başka bir gücün etkisinde çok farklı davranabilirdi. Sorun siyasi çelişkilerden değil, iki tarafın da kendilerine benzemeyen insanları yok etme tutkusundan kaynaklanıyordu. Bölünmüş dünyada sağduyulu kalmaya çalışan ve herhangi bir takıma girmeyen adama duyulan kuşku, sonunda o insanın çarmıha gerilmesiyle sonuçlanıyordu.”

            Ben de çarmıha gerilme pahasına diyorum ki, illa bir gruba ait olmak gerekmiyor bu hayatta. Hatta diyebilirim ki kendinizi bir gruba ait hissediyorsanız dünyaya objektif bakmanız mümkün değil. Hele ki bu grup siyasi bir oluşumsa farkında olmadan etrafınıza bir duvar örmüşsünüz demektir. Dahil olduğu grubu sonuna kadar savunanlardansanız ise maalesef vahim durumdasınız. Sizin için yapılacak bir şey yok artık.

             Kitaba dönersek;
            Yazar ve Sami’nin sırayla anlattığı olayların sonunda ne oldu dersiniz? Kitabın kalbi olan intikam ve bağışlama arasındaki seçim nasıl sonuçlandı acaba? Kitabı okuyunca eminim bunu beklemiyordum diyeceksiniz. Seçimlerinizin hep bağışlamaktan yana olması dileğiyle.İyi okumalar.  
  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder