Uzun zamandır hayal ettiğim şey gerçekleşti ve Hasan Ali
Toptaş, aralık ayında nihayet yaşadığım şehre geldi. Gönlüm söyleşi yapmasından
yanaydı ama birkaç cümleyle yetinmek zorunda kaldım. İmza gününde önce uzaktan
izledim onu. Tavırlarında bir yapmacıklık, bakışlarında bir kibir aradım. Oysa
kendisini bekleyen insan kalabalığından çekinen, övgülerden utanabilen birini
buldum karşımda.Ve dedim ki, Allah Toptaş ‘ı yazsın diye yaratmış gerçekten.
Beni de onu okuyayım diye sanırım 😄
Toptaş ile
tanışmanın etkisiyle hemen Heba kitabına başladım. Heba’yı okurken, yazarın her
bir romanında farklı bir tarz denediğinden de emin oldum. Heba, Kayıp Hayaller
Kitabı ve Gölgesizlere nazaran daha elle tutulur sorunlarla bezenmiş. 7
bölümden oluşan kitap, başına gelen felaketten 16 yıl sonra, askerlik arkadaşı
Kenan’ın köyünde inzivaya çekilmek için şehri terk eden Ziya’ nın, ev sahibi
Binnaz Hanım’ a evinin anahtarını teslim etmesiyle başlıyor. Bu bölümün bir
rüya olması da ihtimal dahilinde. Sonrasında Ziya’nın zihninde bir yolculuğa çıkıyoruz.
Heba’nın en çok ses getiren, dikkat çeken bölümü Ziya’nın askerlik anılarını
hatırladığı Sınır. Kenan ile Ziya’nın ülke sınırında yaşadıkları zorlu hayat
şartlarının anlatıldığı, insan yerine konmamanın acısını hissedebildiğim bu
bölüm, sarsıcı olsa da, burada kullanılan küfürler hoşuma gitmedi
açıkçası.Sınır bölümünün atmosferine uygun görünse de, her küfür erkek
hegomanyasının altını çizmek gibi geldi. Ben daha çok Ziya’nın çocukken
öldürdüğü kuşu anlattığı bölümden, gözümün önünde canlanan bir köy düğününden,
daha önce hiç duymadığım ya da hiç kullanmadığım kelimeleri okumaktan(
ecelacayip, horata, duluk, hamaz, ananat, harar,senek, boduç, çeç…), Hulki
Dede’den, Ziya’nın yaşadığı felaketten, günümüz kapısından bizi odaya alan
yazarın hiç farkettirmeden bizi geçmişin odasına götürmesinden etkilendim.
Ama yine de en önemli bölüm Sınır’dı. Çünkü Kenan ile Ziya
askerde tanışmasalardı, Ziya Kenan’ın köyüne gitmezdi. Kenan’ın da Ziya’nın da
hayatları Heba olmazdı böylece. Peki insan hayatı neden heba olur? Kitap tam da
bu soruya cevap arıyor, ya da bunun net bir cevabının olmayacağını anlatıyor.
Heba, heba olmuş hayatların heba olmasının bir nedene bağlanamayacağını, çoğu
kez bir hiç yüzünden de hayatların heba olabileceğini, yalnızlığı,kalabalıklar
içindeki yalnızlığın dışında gerçek yalnızlığı, kimsesizliği, insan olan her
yerde, iyiliğin de kötülüğün de var olacağını, bundan kaçışın imkansızlığını
işliyor yüreğimize.
Heba’yı
okuyun, Toptaş’ın derini yüzeyde saklama becerisine,unutulmaya yüz tutmuş
kelimeleri canlandırma azmine, kitabın sonunda Tanrı bakış açısında(olayları
üçüncü tekil şahıs ağzından anlatma yöntemi) ters köşe yapmasına şahit olun.
Ben böyle
her kitabında bambaşka bir dünyaya açarken gözlerimi, bir köşe yazarının
yazısıyla sarsıldım. Nihat Genç’in Toptaş hakkında yazdığı bir yazıya denk
geldim.O yazıyı okuyalı iki hafta kadar oldu ama etkisinden hala
kurtulamadım.Öyle sanıyorum ki Toptaş bile (okuduysa eğer) benim kadar
etkilenmemiştir.
O yazının
bir paragrafı şöyleydi:
“Okumuş yazmış bu işlerden anlayan kime sorsanız Doğu’nun
Kafkası’ndan dört beş sayfayı zor okur. Henüz kitap tanımamış gençler pek
heveslenir ama kitap tanıyanlar için bu kitaplar ‘işkencedir’. Türk
Edebiyatı’nın çok gerisindedir. Felsefi siyasi edebi derinlikleri insanı
utandıracak kadar ‘kasabalıdır’. Edebiyat değeri hiç yoktur demiyorum çok
düşüktür. Yani bir enerjisi olmayan kuru yavan ölü bir edebiyattır, bu tür
‘heveslilerin’ de edebiyata katkıları az da olsa vardır ancak Türkiye’nin en
büyük romancısı gibi saçma sapan sıfatları bu ülkenin edebi ortamına düpedüz
tecavüzdür.”
Ve yine diyor ki N.Genç:
“Doğu’nun Kafkasıymış? Yazarımızdan bu saçma sapan benzetmeye tek itiraz da yok.”
Oysa Toptaş 2013 yılında (ki bu sözleri Başlarken Yalnızsın Bitirdiğinde Daha da Yalnız kitabında da mevcut) bu benzetme için şöyle demiş:
“Doğu’nun Kafkası benzetmesini ben pek anlayabilmiş değilim. İkimizin dili arasında dağlar kadar fark var. Biliyorsunuz, Kafka’nın dili bir tür telgraf dilidir. Neticede, yeryüzüne bir Kafka yeter bence; ikinci bir Kafka’ya hiç gerek yok. Ona benzemeye çalışmaya da gerek yok, zira bu çok gülünç olur. Ben Hasan Ali Toptaş ‘ım sadece; dilimin döndüğü, aklımın erdiğince birkaç cümleyi bir araya getirmeye çalışıyorum.”
Edebiyat
eleştirmeni değilim. Ama okumayı öğrendiğimden beri iyi kötü hep kitaplarla iç
içeyim. Demem o ki, bir yazarı beğenmeyebilirsiniz, tarzı hoşunuza gitmeyebilir,
ya da bir yazarın her kitabını aynı ölçüde sevemeyebilirsiniz ama “iyi bir
yazarı” fark edemiyorsanız o sizin bakış açınızın darlığıdır. Agresif kelimelerle
kurulmuş cümlelerden ibaret birinin Toptaş’ın kalemini anlayabilmesini beklemiyorum
ama, kasabalı olmayı küçümseyecek kadar ülkesinden bi-haber bu köşe yazarının o
köşesinden çıkıp, daha geniş bir pencereden, daha insancıl bakmasını, bir
kitabı yazan kişiyle, yazılan eserin ayrı değerlendirilmesi yetisinin
gelişmesini umut ediyorum yine de.Daha iç açıcı yazılarda buluşmak dileğiyle. İyi okumalar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder