24 Ağustos 2017 Perşembe

Sonsuzluğa Nokta - Hasan Ali TOPTAŞ

Çılgınlığın Ötesi’nden sonra gerilim kitaplarını aratmayan “ Kızım Olmadan Asla” kitabını okudum. Kitapla ilgili düşüncelerimi yazdıktan sonra blogda paylaşmaya fırsat bulamadan Sonsuzluğa Nokta’ya başladım ve önce bu kitabı yorumlamalıyım dedim. Çünkü siz okuyunca ne hissediyorsunuz bilmiyorum ama Hasan Ali Toptaş nedenini tam açıklayamadığım bir şekilde beni kendine çekiyor. Yazmak için verdiği emeği, her bir cümlenin üzerinde uzun uzun düşünüşünü, sanki o yazarken yanındaymışım gibi hissediyorum. Kitaplarını beğendiğim birçok yazar var ama hiçbiri onun kadar cezbetmiyor beni. Onu okurken garip hayaller beliriyor gözümün önünde:
           
            Kendine has karışıklığı içinde düzen bulmuş odasında, masasından eksik olmayan çayı ve sigarasıyla ( belki de kullanmıyordur ama böyle hayal etmekten kendimi alamıyorum) bir defterin başına oturmuş, yanındaki kelime çuvalından bir kelime seçip cümleye yerleştiriyor. Sonra, şöyle uzaktan kelimenin duruşuna bakıyor, cümle kelimeyi kabul etmezse bir yenisini seçiyor. Okuduğum her kitabıyla bir kelime büyücüsünün odasına dalıyorum sanki.

            Bazen de yazdıklarıyla karamsarlığa sürüklüyor beni. Bir onun cümlelerini okuyorum, bir de minik adımlarla ilerlediğim, çoğu kısmı beynimde gezinen karalamalarımı. Cümlelerim yavan, kelimelerim aciz geliyor hep. Onun sırrını düşünüyorum sürekli. Aslında farkındayım. Onda müthiş bir gözlem yeteneği var. Çevreyi ve nesneleri anlatmayı seviyor ama detaylar boğmuyor insanı. Cümlelerini benzetmelerle süslüyor. Öyle benzetmeleri var ki, yarin kaşının hilale benzetilmesi eşiğini çoktan geçmiş anlayacağınız. Birbiriyle bağlantısız görünen kelimeleri uyum içinde birleştiriyor. Sigara dumanını dans eden mavi bir tele, uzun bacaklı sehpaları şahlanmış at sürüsüne, gidenin, son bakışında ortaya çıkan sıkıntıyı, yavrularını peşine takmış bir sokak köpeğine benzetebiliyor.
           
            Ama bu kitapta en çok Meftune’yi, farklılıklarından vazgeçmiş görünerek topluma uyum sağlayabilen gizli bir trompete benzetmesini sevdim. Kitabın ilk sayfalarında yer alan “…trompet olmak istiyorum.” cümlesinin anlamını da ancak sona yaklaştıkça anladım.

            Herkes gibi olamadığı için babasının gölgesinden beyhude kaçmaya çabalayan Bedran’ dı bu cümle. Bedran, aslında ismi ilk sayfalarda bize göz kırpan ama kitabın yarısına gelince,ismini ilk kez duyuyormuşuz hissi veren kahramanımız. Okuduğum kitaplarda kahramanın ismini hemen öğrenmemek hatta bazen hiç öğrenmemek ilgi çekici geliyor bana. Başlangıçta verilmeyen isim, sanki kahramanın replikleriyle, duygularıyla ortaya çıkmaya başlıyor. Kahraman kendini anlattıkça, biz onu tanımaya başladıkça  harfler de yan yana gelip ismini oluşturuveriyor.Bazen de o harfler hiç yan yana gelmiyor.Biliyorum sözü çok uzattım ama konu Hasan Ali Toptaş olunca söylemek istediklerim bitmiyor.

            Kitabın konusuna gelecek olursak:
            Şoför olan babasının izinden gitmek istemediği için (burada yine kendini gerçekleştiren kehanetle karşı karşıyayız) evden ayrılan Bedran’ı anlatıyor yazarımız. Bedran’ın hayatı bir puzzle gibi, zamanla, parçalar birleştikçe anlam kazanıyor, gözümüzde canlanabiliyor. Yani öyle hemen sunulmuyor önümüze. Yazar belki bizi meraklandırmak için belki de  başka türlüsü Bedran’a uymayacağından, geçmişle bugün arasında dolaştırıyor bizi.Geçmişten bir parça, bugünden bir parça. Birleştirince ortaya çıkıyor Bedran. Bir kaza sonucu yatağa hapsolan Bedran’ın başına geleni en sona saklıyor. Öğrenci evinde bir süre birlikte yaşadığı İsvan’a olan tutkusunu ise havada bırakıyor. Ne tutabiliyoruz ne yok sayabiliyoruz. Gülderim’in yani karısının bir gün yatalak bir adama bakmaktan sıkılıp gideceğini düşünerek geçirdiği günlerinde, geçmişe dönüşleri seriyor önümüze.
           
          Peki Gülderim gidiyor mu? Yatağa bağımlı Bedran nasıl kalkıp evdeki tabancayı alabiliyor? Tabancayı neden saklıyor? Kim için? Aslında önemli olan bu soruların cevapları değil. Önemli olan, herkes gibi olamayan Bedran’da, hepimizin, herkes gibi olamama sorununu ortaya koyan yazarın, böylece yaşadığımız çağın en büyük sıkıntısına, kimlik arayışına el atmış olmasıdır. Toplum kim olduğunu bulmaya çalışan insanlar yumağı artık.


Kitabı okuduğunuzda belki siz benim bulduğumdan da fazlasını bulursunuz. Belki unutamadığınız bir anıyı, belki korkularınızdan bir tutamı, belki şehvetten bir parçayı, belki de içinizdeki hayvanın ayak izlerini…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder