Çılgınlığın Ötesi’nden sonra gerilim kitaplarını aratmayan “
Kızım Olmadan Asla” kitabını okudum. Kitapla ilgili düşüncelerimi yazdıktan
sonra blogda paylaşmaya fırsat bulamadan Sonsuzluğa Nokta’ya başladım ve önce
bu kitabı yorumlamalıyım dedim. Çünkü siz okuyunca ne hissediyorsunuz
bilmiyorum ama Hasan Ali Toptaş nedenini tam açıklayamadığım bir şekilde beni
kendine çekiyor. Yazmak için verdiği emeği, her bir cümlenin üzerinde uzun uzun
düşünüşünü, sanki o yazarken yanındaymışım gibi hissediyorum. Kitaplarını
beğendiğim birçok yazar var ama hiçbiri onun kadar cezbetmiyor beni. Onu
okurken garip hayaller beliriyor gözümün önünde:
Kendine has
karışıklığı içinde düzen bulmuş odasında, masasından eksik olmayan çayı ve
sigarasıyla ( belki de kullanmıyordur ama böyle hayal etmekten kendimi
alamıyorum) bir defterin başına oturmuş, yanındaki kelime çuvalından bir kelime
seçip cümleye yerleştiriyor. Sonra, şöyle uzaktan kelimenin duruşuna bakıyor,
cümle kelimeyi kabul etmezse bir yenisini seçiyor. Okuduğum her kitabıyla bir
kelime büyücüsünün odasına dalıyorum sanki.
Bazen de
yazdıklarıyla karamsarlığa sürüklüyor beni. Bir onun cümlelerini okuyorum, bir
de minik adımlarla ilerlediğim, çoğu kısmı beynimde gezinen karalamalarımı.
Cümlelerim yavan, kelimelerim aciz geliyor hep. Onun sırrını düşünüyorum
sürekli. Aslında farkındayım. Onda müthiş bir gözlem yeteneği var. Çevreyi ve
nesneleri anlatmayı seviyor ama detaylar boğmuyor insanı. Cümlelerini
benzetmelerle süslüyor. Öyle benzetmeleri var ki, yarin kaşının hilale
benzetilmesi eşiğini çoktan geçmiş anlayacağınız. Birbiriyle bağlantısız
görünen kelimeleri uyum içinde birleştiriyor. Sigara dumanını dans eden mavi
bir tele, uzun bacaklı sehpaları şahlanmış at sürüsüne, gidenin, son bakışında
ortaya çıkan sıkıntıyı, yavrularını peşine takmış bir sokak köpeğine
benzetebiliyor.
Ama bu
kitapta en çok Meftune’yi, farklılıklarından vazgeçmiş görünerek topluma uyum
sağlayabilen gizli bir trompete benzetmesini sevdim. Kitabın ilk sayfalarında
yer alan “…trompet olmak istiyorum.” cümlesinin anlamını da ancak sona
yaklaştıkça anladım.
Herkes gibi
olamadığı için babasının gölgesinden beyhude kaçmaya çabalayan Bedran’ dı bu
cümle. Bedran, aslında ismi ilk sayfalarda bize göz kırpan ama kitabın yarısına
gelince,ismini ilk kez duyuyormuşuz hissi veren kahramanımız. Okuduğum
kitaplarda kahramanın ismini hemen öğrenmemek hatta bazen hiç öğrenmemek ilgi
çekici geliyor bana. Başlangıçta verilmeyen isim, sanki kahramanın
replikleriyle, duygularıyla ortaya çıkmaya başlıyor. Kahraman kendini
anlattıkça, biz onu tanımaya başladıkça
harfler de yan yana gelip ismini oluşturuveriyor.Bazen de o harfler hiç
yan yana gelmiyor.Biliyorum sözü çok uzattım ama konu Hasan Ali Toptaş olunca
söylemek istediklerim bitmiyor.
Kitabın
konusuna gelecek olursak:
Şoför olan
babasının izinden gitmek istemediği için (burada yine kendini gerçekleştiren
kehanetle karşı karşıyayız) evden ayrılan Bedran’ı anlatıyor yazarımız.
Bedran’ın hayatı bir puzzle gibi, zamanla, parçalar birleştikçe anlam
kazanıyor, gözümüzde canlanabiliyor. Yani öyle hemen sunulmuyor önümüze. Yazar
belki bizi meraklandırmak için belki de
başka türlüsü Bedran’a uymayacağından, geçmişle bugün arasında
dolaştırıyor bizi.Geçmişten bir parça, bugünden bir parça. Birleştirince ortaya
çıkıyor Bedran. Bir kaza sonucu yatağa hapsolan Bedran’ın başına geleni en sona
saklıyor. Öğrenci evinde bir süre birlikte yaşadığı İsvan’a olan tutkusunu ise
havada bırakıyor. Ne tutabiliyoruz ne yok sayabiliyoruz. Gülderim’in yani
karısının bir gün yatalak bir adama bakmaktan sıkılıp gideceğini düşünerek
geçirdiği günlerinde, geçmişe dönüşleri seriyor önümüze.
Peki Gülderim
gidiyor mu? Yatağa bağımlı Bedran nasıl kalkıp evdeki tabancayı alabiliyor?
Tabancayı neden saklıyor? Kim için? Aslında önemli olan bu soruların cevapları
değil. Önemli olan, herkes gibi olamayan Bedran’da, hepimizin, herkes gibi
olamama sorununu ortaya koyan yazarın, böylece yaşadığımız çağın en büyük
sıkıntısına, kimlik arayışına el atmış olmasıdır. Toplum kim olduğunu bulmaya
çalışan insanlar yumağı artık.
Kitabı okuduğunuzda belki siz
benim bulduğumdan da fazlasını bulursunuz. Belki unutamadığınız bir anıyı,
belki korkularınızdan bir tutamı, belki şehvetten bir parçayı, belki de
içinizdeki hayvanın ayak izlerini…