15 Ağustos 2020 Cumartesi

Sakın Gözlerini Açma - Side May

 

Bir önceki yazımda dört kitabın editörlüğünü yaptığımı söylemiştim. İşte bunlardan biri de Side May’ın yazdığı “Sakın Gözlerini Açma” kitabıydı. Yazarın bir önceki kitabı “Nergis”i okumamıştım.

Sakın Gözlerini Açma kitabının düzeltmeleri bitip, son okumasını yapan arkadaş bana tekrar gönderdiğinde arka kapak yazısını hazırlamak için, kitaba şöyle bir göz gezdireyim dedim. Bir de baktım kitabı baştan sona yine okumuşum. :)   Yani dili öyle akıcı, olaylar öyle sürükleyici ki elinizden bırakmak mümkün olmuyor. Açık söylemek gerekirse kitaba başlarken böyle bir şey beklemiyordum. Şimdi ise kitabın basılmış hâlini tekrar okuyabilirim.  Önce size kitap için hazırladığım arka kapak yazısını atayım sonra da çok detaya girmeden kitaptan bahsedeyim.

Arka Kapak

Bir gün uyandığınızda son iki yılınızı hiç hatırlamasaydınız ne hissederdiniz? Üstelik hiç tanımadığınız birinin yatağındaysanız…

Toprak ne evli olduğunu ne de hamile karısını anımsayabildiği bir sabaha uyanır. Evlenmeyi asla aklından geçirmeyen Toprak, bu yeni yaşamına alışıp, ten uyumu denen olgunun gerçekten var olduğunu anladığında ise geçirdiği kaza onu yeni bir bilinmezin içine sokacaktır.

Şimdi Toprak’ın tek bir hedefi vardır: Rüyasında gördüğü yaşamı ilmek ilmek yeniden örmek…

Rüya ile gerçeğin birbirine karıştığı, hikâyeyi tam kabullendiğiniz sırada sizi yeni bir hikâyenin ortasına atan, heyecanın hiç azalmadığı, bir solukta okuyacağınız bir kitapla karşı karşıyasınız.

Peki, ya sizin gözlerinizi açmaya cesaretiniz var mı?

“İnsanlar görmediği, yaşamadığı hiçbir şeyi rüyalarında göremezler.”

 

Kitap Toprak’ın hiç tanımadığı birinin yatağında uyanmasıyla başlıyor. Son iki yılını hatırlamayan Toprak’ın yaşadığı şaşkınlığı, hafızasını kaybetmiş bir insanın neler hissedebileceğini öğreniyoruz. Tam Toprak’ın yeni hayatına uyum sürecine biz de onunla birlikte alışırken yazar öyle bir ters köşe yapıyor ki, siz de Toprak’la birlikte şaşırıp kalıyorsunuz. Merakınız kamçılanıyor ve yazarın sizi attığı yeni maceraya, daha doğrusu Toprak’ın başlangıçtaki yola dönebilmesi için girdiği mücadeleye yelken açıyorsunuz büyük bir hevesle.

Kendimi tutup bundan sonrasını anlatmamam lâzım. Ama şu kadarını söyleyeyim: Kitabın kurgusunu çok beğendim. Toprak ve Dünya’nın aşkından ise etkilendim doğrusu. Alt metinde verilen toplumsal mesaj da abartılmadan gayet yerinde verilmiş.

Son olarak bu kitap kesinlikle senaryolaştırılıp dizi olarak çekilebilir. İzleyicisi de bol olur.

14 Ağustos 2020 Cuma

Akşam Yıldızı- İskender Pala


Bloğa yazı eklemeyince sanki kitap okumamış gibi hissediyorum kendimi. Oysa bu süreçte dört kitabın editörlüğünü, birkaç kitabın da son okumasını yaptım. Şimdi de elimde devam ettiğim iki kitap var. Yani anlayacağınız Beyaz Fil Yayınları kitap dünyasına hızlı bir giriş yaptı. Basılacak kitapların ardı arkası kesilmiyor. Bu arada kitap editörlüğü zannettiğimden daha zormuş. Ama yine de bir kitabın basılmadan önceki hâlini görmek, herkesten önce okumak çok zevkli. Hele bu kitaplar kendi yayınevinizin bastığı kitaplarsa zevk bir kat daha artıyor.

Tek sıkıntım kitapları yayına hazırlarken başka kitaplara daha az vakit kalması ve okuma süremin uzaması.

Akşam Yıldızı’nı bitirmem de bu yüzden normalden uzun sürdü. İçinde bulunduğum durum yüzünden midir bilmem ama bu kitapta Pala’nın diğer kitaplarındaki tadı yakalayamadım.

İlk zamanlar daha ağır kitaplar yazan Pala’nın zamanla dili de sadeleşti, okunması daha kolay bir yazar hâline geldi. Oysa ben onun o ilk kitaplarına ;Katre-i Matem’e, Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk’a hayran kalmıştım.

Akşam Yıldızı’na gelirsek;

Göbeklitepe’deki bir arkeoloğun sevgilisini bekleyip Akşam Yıldızı ile konuşmasıyla başlayan hikâye çok çok eskilere götürüyor bizi. Eski zamanlara yolculuk yapamadan önce Akşam Yıldızı ile ilgili ufacık bir bilgi vereyim.

“Bir yıldız doğdu nur ile

Âlemi yaktı nar ile

Küsüleyem ben yar ile

Niye doğdun sarı yıldız, mavi yıldız

 

Evler yıkan, beller büken

Kanım döken, Kervankıran”

Türkülere konu olmuş yıldızımızın farklı isimleri var. Güneşten önce doğduğu için sabahları Sabah Yıldızı; ufuk kızıllığını yansıttığı için Sarı Yıldız; en parlak yıldız olduğu için Mavi Yıldız deniliyor. Kur’an’da “Tarık” diye geçiyor. Eski Türkler Tan Yıldızı; Osmanlılar “Erte Yıldızı” diyorlar. Yunan mitolojisindeki Afrodit oluyor aynı zamanda kendisi. Yani dişi güzelliğinin sembolü: Venüs. Tüm bu bilgileri kitabın başındaki arkeologdan öğreniyoruz. Sonra kitap bize 10 bin yıl öncesinin kapılarını açıyor.

Yani insanların avcı- toplayıcı olduğu o ilk dönemlere gidiyoruz. Aslında geçmişi her zaman merak etmişimdir. İlk insanların nasıl yaşadıklarını, nasıl topluluk haline geldiklerini ve en çok da neye inandıklarını… Ama Pala’nın kitabı merakımı gidermedi, daha doğrusu merakımı kamçılamadı. Sadece aklıma Pala’nın ön sözde yazdığı şeyler takıldı. Gerçekten de Göbeklitepe’de üç semâvi dinden önce pagan fikirler varsa, bu semâvi dinler o fikirlerden türemiş olabilir mi? Pala bunu savunanları eleştirmiş aslında ama benim aklıma takılıverdi bu durum. Sahi dinler insanlar tarafından oluşturulmuş fikirlerse eğer… Ama bu fikri kabul etmek istemiyorum. En azından bir “öteki taraf” mutlaka olmalı. Yoksa yaşamın hiçbir anlamı kalmayacak benim için.  Yaşanan adaletsizlikler, kötülükler, hep kötülerin yanına kâr kalacak… Sanırım ben, “boynuzsuz koyun, boynuzludan hakkını alacak” düsturunu hayat felsefem yapmışım. Zaten Pala da Göbeklitepe’de tek tanrılı inancın hüküm sürdüğünü anlatıyor da biraz rahatlıyorum. 😊

Kitaba devam edersek; insanlar oba halinde yaşıyorlar, her obanın bir reisi var ve hayatlarını avcılık ile devam ettiriyorlar. Oba’nın en güzel kızı olan Çira’nın saçı, kaşı bembeyaz olan bir oğlu olur. Ve inançları gereği çocuğu kurban etmek isterler. Çünkü çocuğun lanetli olduğu düşünülür. Kurban töreni başladığı sırada büyük bir fırtına kopar, yer yerinden oynar -yani buzul çağın sona ermesi – herkes ölür. Geriye Sarıca, Çira ve oğlu kalır.

Bu üçlü, bir hayatta kalma mücadelesine başlar. Bebeği doyurmak için hayvanlardan süt sağarlar, tuzu keşfederler… Ve bir sabah daha ilkel olan başka bir obadan sağ kalanlar Çira ve bebeğini kaçırırlar.  Bundan sonrası bir arayış romanına dönüşür. Sarıca, Çira’yı ararken bir yandan da babasının öğretilerini, haberciyi, öğreteni arar. Dini bir arayış içine girer.  Çok uzun yıllar Çira’yı arar. Ve bir gün yolu Göbektepe’ye ( kitapta geçtiği hali bu)  yolu düşer. Burada gizemli bir “Mande” yle tanışır. Bu Mande kimdir? Sarıca, Çira’yı bulabilecek midir? Ve lanetli olduğu düşünülen bebek, büyüdüğünde nasıl bir insan hâline gelecektir?

Tabii kitapta sadece bu soruların cevabını bulmuyoruz. Zaten bu sorulardan en önemlisinin cevabı da biraz havada kalıyor. Peki ne buluyoruz kitapta?

Şaman inancını, dinler tarihini, yerleşik hayata nasıl geçildiğini, avcı-çiftçi ilişkisini, buzul çağının nasıl sona erdiğini, mangala ve satranç gibi zekâ oyunlarını, Göbeklitepe’nin mimarisini, adının nereden geldiğini aktarıyor bize yazar. Yani yine diyor ki, ben araştırdım, çalıştım, bu kitabın içi dolu.

Yine de kitapta içime sinmeyen bir şeyler var. Sarıca’nın, Çira’yı ararken Mecnun karakterine aşırı benzetilmesi mi, baştaki arkeoloğun kitapta sadece bazı bilgileri vermek için koyulmuş gibi görünmesi mi, kitabın sonunun öyle havada asılı kalması mı bilemiyorum.

Yazarı çok sevdiğim hâlde, benim için süper bir kitaptı diyemedim maalesef. Okuyup kendiniz karar verin en iyisi… Okuyanlar fikirlerini paylaşırsa sevinirim tabii. 😊