15 Ekim 2018 Pazartesi

Suskunlar - İhsan Oktay Anar



Adı Suskunlar olan bir romanın belkemiğinin musiki olması ancak İhsan Oktay Anar’a yakışır bir ironi. Karşımızda yine, birkaç cümleyle özetlenemeyecek, ne kadar anlatılsa da, detay verilse de lezzetinden hiçbir şey kaybetmeyecek bir kitap var. Daha önce Amat kitabının yorumunu yaparken, bu kitabı yazmak için denizde doğmalı insan demiştim. Suskunlar’ı yazabilmek için de adeta musiki ustası olmuş yazar. Her kitabında birbirinden bu kadar farklı konuda nasıl uzmanlaşabiliyor hayret ediyorum. Bu yüzden kitabın yazım sürecini düşündükçe, yazara olan saygım katbekat artıyor. Verdiği emeğe hayran oluyorum.

Kitabımızdaki olaylar, Hızır Paşa’nın mehteranında közsen- en büyük davulu çalan kişi - olarak çalışan Kalın Musa’nın torunları Davut ve Eflatun’un çevresinde dönse de, arka plandaki kişi ve olay sayısı oldukça fazla. Yine yan yollara ayrılan olaylar dönüp dolaşıp aynı sokağa çıkıyor.

Sevdiği kıza musallat olan Asım’ın hayaletinin sırrını, bir kağıda yazılan saz semaisindeki kusuru bularak çözmeye çalışan Davut,  Venedik Balyosu’nun kızına karasevdaya tutulan Hızır Paşa’nın yeğenini neşelendirmek niyetiyle gittiği evde, kasvetli bir hava çalarak genç adamın ölümüne sebep olup zindana atılan Kalın Musa’nın oğlu Veysel Bey, musikiyle ilgili nefret vaazları veren on iki parmaklı çembalo ustası cüce vaiz, sürekli kaçtığı için odasına kapatılan, kulaklarında daima çınlayan bir gel çağrısının sahibini bulmak için tüm İstanbul’u dolaşıp bir mevlevihaneye yerleşen Eflatun, kusur benim imzamdır diyerek, her üflediği eserde bilerek bir hata yapan Neyzen İbrahim Dede Efendi, Adem Aleyhisselam’ın cennetten kovulmasına neden olan “Yasak Meyve” nin tadını elde etmek isteyen aşçı yamağı, Yedikule kahininin kapısına gelen, göklerdeki büyük bir hakikati gördükleri için aynı anda kör olan yedi büyük kahin, nasıl hekimlik yaptığını okurken, kitabı kendinizden uzakta tutmak isteyeceğiniz, vücudundaki kir yüzünden kanı zehirlenip ölecek olan Rafael ve yazmadığım daha birçok kişi ve olaylar…

Bol karakterli ve olay örgüsü karmaşık bu kitabı açık bir zihinle, sürekli tetikte kalarak ve her sayfada sözlük kullanarak okumak gerekiyor. İhsan Oktay’ın en iyi yaptığı ve beni mest eden şeylerden biri olan kutsal metinlere, mitolojiye, tarihe, tasavvufa yapılan göndermeler bu kitapta da bolca mevcut. Bunlardan bazıları şöyle:
-                          Ağzından yılan başı çıkan, ateşi cuma günleri artan, nabzı on bir saat ve altı dakikada ( yazar 666 sayısını vurguluyor) atan Tağut, şeytan rolünde karşımızda.
-                          Yegah, Dugah, Segah, Çargah, Pençgah, Şeşgah ve Heftgah makamlarını kullanarak Tevrat’taki yaratılış hikayesi anlatılmış.
-                          Neyzen Batın Hazretleri’nin oğlu Zahir’in şehre gelip Yahya adlı bir tellak tarafından yıkanması, şakirtlerine bir akşam yemeğinde içinizden biri beni ihbar edecek demesi, Kalın Musa’yı sadece dokunarak iyileştirmesi,Yakuta tarafından ihanete uğraması,linç edilerek, bir tomruğa bağlanıp öldürülmesi, bize Hz.İsa’yı hatırlatıyor ki bu durumda Muhteşem Neyzen Batın Hazretleri de Tanrı oluyor.
-                          İbrahim Dede’nin mektubunda bahsettiği Muhteşem Neyzen’in üflediği hayat nefesi de Tanrı’nın insanlara üflediği ruhu işaret ediyor.
-                          İstanbul’un en büyük yedi kahinini öldürmek isteyen çete elemanlarının başı Kabil ve yeğenlerinin arasında geçen olaylar ve diyaloglar ise ilk cinayeti ve cinayetlerin devamının nasıl geldiğini gösteriyor.

Bunların dışındakileri de okuyup bulmak size kalmış. Bolca musiki terime hazırlıklı olarak ve yazarın dediği gibi aslında gerçeği anlatmanın tek yolunun susmak olduğunu anlamak için kesinlikle okunmalı. 

11 Ekim 2018 Perşembe

Kızım Olmadan Asla - Betty Mahmudi


       Aslında bu kitabın yorumunu bundan neredeyse bir yıl önce yapmıştım.Ama araya hep başka kitaplar, başka yazılar girdi. Ve ben bu yazıyı unuttum. Çünkü yazmak için önce mutlaka kalem, kağıt kullanırım. Bir yazıya bilgisayarda başlamam mümkün değil. Zihnimdeki düşüncelerin kaleme doğru aktığını ve kalemimin hareketleriyle harflere dönüştüğünü hissetmek ayrı bir zevk veriyor. Ayrıca, beğenmediğim bir kelimenin üzerini çizip, bazı cümleleri defalarca yazmaktan sadistçe bir zevk alıyorum. Yazdıklarımı en son, tamam artık oldu dedikten sonra bilgisayara geçiriyorum. İşte bu arada bazı yazılar ajandalarımın arasında bilgisayara aktarılamadan kalıyor. Geçen hafta defterlerimi gözden geçirirken bu yazıyla birlikte bir çok yarım bırakılmış hikayenin de sayfaların arasında beni beklediğini fark ettim. Birinde tekerlekli sandalyede kapıda bırakmışım kahramanı, ötekinde elinde kağıtlarla kalakalmış salonda bir kadın… Babaannesinin geçmişinde, kendi izlerini süren de var, hep aynı saatte yoldan geçen adama bağlı yaşayan da. Bu hikayeler ne zaman tamamlanır bilemiyorum. Şimdilik “Kızım Olmadan Asla” kitabının yorumunu bilgisayara aktarıyorum.

      " Kızım Olmadan Asla" bir belgesel roman.  3 Ağustos 1984 günü, 2 haftalık bir tatil için İranlı kocasının vatanına gelen Betty’nin, 18 ay süren Amerika’ya dönme mücadelesini soluksuz okudum diyebilirim. Ama Betty’nin yaşadıklarını anlayabilmek için önce o dönem İran’da neler olduğuna bir bakmak gerekiyor.

       1979’da İran İslam Devrimi sonrası ABD-İran ilişkileri kopma noktasına gelmiştir. 1980 yılında rehine krizi sonrası İran'a uzun süre uygulanacak olan ambargolar başlar.1980-1988 yılları arasında yaşanan İran-Irak Savaşı sırasında ABD, İran'a silah gönderilmemesi konusunda 20 kadar ülkeyle görüşme yapar. Reagan döneminde ise bazı ABD’li diplomatların İran’a gizlice silah sattıkları (Irangate Olayı) ortaya çıkar. Betty, İran'a devrimden 5 yıl sonra yani 1984’te öyle bir zamanda gitmiştir ki, İranlılar ondan, o İranlılardan nefret ediyordur.

       Betty İran'a ayak basar basmaz bir kültür şoku yaşar. Çünkü örtünmek zorundadır. İran’da şimdi bile her ne kadar zamanla gevşese de bu kural geçerli. Bir de 34 yıl öncesini düşünün. Çevrede gezen polisler, pasdarlar, bir saç teli görünen, çorabı biraz aşağı inen kadınları uyarmakla,  rusari giymeyen kadınları tutuklamakla görevlidirler. İşin tuhafı da kadın pasdarların bu işi gönüllü yapmalarıdır.

       Amerika’da yaşayan Betty, İranlı Mudi ile onun artık bir Amerikalı gibi yaşadığını gördüğü için evlenmiş ama bir insanın kökeninin, damarlarındaki kan gibi vazgeçilmez olduğunu hesaba katmamıştır. Betty ve kızı Mehtap'ın 2 haftalık bir tatil olarak düşündükleri bu ziyaret, kurtulmak için 18 ay çabalamaları gereken bir kabusa döner. Mudi’nin gün geçtikçe kaba, sinirli bir insana dönmesiyle İran’da çok zor günler yaşayan Betty’nin kızı için verdiği mücadele takdire şayan. Peki Betty, bu kaçış mücadelesini anlatırken İranlılarla ilgili ne kadar objektif.

       Betty’nin gözünden bakarsak İranlılar temizliğin ne olduğunu bilmiyorlar.
Yılların yağı pisliği duvara yapışmıştı. Mermerin üzerinde yemek artıklarından, yağ lekeleri ve şeker kırıntılarına kadar her türlü pislik var, kirli ayak kokuyordu peynir…” tarzında cümleler yer alıyor sürekli. Burunlarını çadorlarına süren kadınlar, tek dertleri öğle yemeğinden sonra  uyumak ve ibadet saatlerini kaçırmamak olan erkekler, disiplin nedir bilmeyen çocuklar… Kısacası Betty’nin gözünde İranlılar pislik içinde ve kültürsüzler. Amerikan vatandaşı birinin yazdığı ve o dönem Amerika’nın İran’a karşı tutumunu düşününce yazarın objektifliğinden kuşku duyduğum yerler oldu açıkçası. Belki de çok farklı bir kültürle karşılaşmanın şoku içinde ve zorla tutulduğu için her şey ona daha da kötü görünmüştür. Tüm bu düşüncelerime rağmen kızını bırakıp gitmek istemeyen ve kızı için her türlü tehlikeyi göze alan Betty’nin hikayesini okurken, hep hadi bu kez kurtulsalar bari demekten alamadım kendimi. Bir de siz okuyun bakalım ne düşüneceksiniz?