24 Haziran 2017 Cumartesi

Korkma İnsancık Korkma - Turgut Özakman

Turgut Özakman yaklaşık 50 yıl önce (ilk basım tarihi 1970) yazdığı bu ilk kitabında hastalıklı bir aşkı konu edinmiş.Hastalıklı,çarpık ama bir yandan fedakarlık,şefkat, şehvet de dahil bin türlü duygu barındıran bir aşk bu.

Anne ve babasını bebekken kaybetmiş bir çocuğun dayısının dul eşi Tiya Eleni ile olan aşkının anlatıldığı kitabın ilk 30-40 sayfasını, biraz çekinerek ve kendimi bu ilişkiyi anlamaya zorlayarak okudum açıkçası. Çünkü insan anlamadığı şeye inanmıyor,inanmadığı şeyi sevemiyor ve sevmediği şeyi hoşgöremiyor.   

İsimsiz çocuk kahramanımızın babası, o doğmadan Suriye’de şehit düşmüş, annesi de daha oğlunu sütten bile kesemeden ölmüş. Böylece bizim çocuk kahramanımız hem öksüz hem yetim kalarak babaannesinin Kocabey Konağı’nda yaşamaya devam etmiş. Yazları da anneannesinin güvercinli köşkünde (Hüsrev Paşa Konağı) el üstünde tutulmuş.Köşkte yaşayan yoğun kadın nüfusunun  tam ortasında, herkesin sevdiği bir çocuk olmuş hep.Kocasını erken yaşta kaybeden Eleni ise,çocuk kahramanımızın dayısının emaneti olarak, köşkün bir odasında, kendi halinde bir yaşam sürmeye devam etmiş.

Önceleri çocuğu kendi evladı gibi bağrına basan, ona hayatı öğretmeye çalışan Eleni ‘nin bu sevgisi de çocuk büyüdükçe şekil değiştirir. Bir anne-oğul sevgisinin, zamanla kadın-erkek ilişkisine dönmesini, bazen şaşırarak, bazen yok artık olamaz diyerek,bazen de üzülerek okudum.

Anne-baba sevgisi görmeyen  çocuk ile sevmeye doyamamış Eleni her geçen gün birbirlerine daha derin bir şekilde bağlanırlar ama bu bağın, yıllar geçtikçe tehlikeli bir hal aldığını fark eder köşk halkı.  Onları birbirlerinden ayırmaya çalışırlar.Çünkü artık genç bir adam olan isimsiz kahramanımızla Rum güzeli Eleni’ nin aşkı yanlıştır, ayıptır, günahtır. Çocuğun aşkının zamanla bitmesini bekleyenlerse, onun bu uğurda canını bile feda edebileceğine en acı şekilde tanık olurlar.

Başlangıçta uzaktan ve temkinli bir şekilde izlediğim bu acı hikayeye ancak sonlara yaklaştıkça dahil olabildim. Akıcı bir dille yazılan kitabı elimden bırakamadım.

Ayrıca yazarın  Osmanlının son dönemi ve Cumhuriyetin ilk yıllarını bu aşkın gerisine ustalıkla yerleştirmesini de çok beğendim. Yazar, çocuk kahramanımızın babaanne eviyle o dönemin köy yaşantısını ( köy dediğime bakmayın şimdiki Bakırköy’den bahsediliyor) köylülerin savaşa ve Cumhuriyete yaklaşımını, anneanne eviyle de İstanbul’un konak yaşantısının yavaş yavaş kayboluşunu, Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan devrimlerin etkisini, yeni yazıya geçiş sürecini, fesin kaldırılmasını,  açılan pastaneleri,  sinemaları kısacası 1920-1930 İstanbul’unu gözler önüne sermiş.

Romantika kitabına göre daha başarılı bulduğum bu kitabın sonunu eğer bu aşkı tabu olarak görmezseniz,gözlerinizde yaşlar, boğazınız düğüm düğüm okuyacağınıza eminim.

20 Haziran 2017 Salı

Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu - Stefan Zweig

      Orta Avrupa’ nın çöküş ve yükseliş dönemi yazarı, batı hümanizmini benimsemiş, Montaigne’den etkilenmiş, psikoloji alanında Freud öncesi ve sonrası geniş bilgi birikimine sahip, biyografi ustası Stefan Zweig deyince aklınıza ilk ne geliyor?  Satranç kitabı. Evet , genelde Zweig deyince ilk akla Satranç kitabı gelir. Satranç’ı çok uzun zaman önce okumuştum. Kitaptan bazı yerleri de hayal meyal hatırlıyorum. Belki bir gün yeniden okur ve blogumda yorumlarım. Neyse Zweig deyince benim aklıma ilk gelen şey,  Nazilerin zulmüne dayanamayıp eşiyle birlikte intihar etmesi. Savaştan fiziki olarak uzaklaştığı halde dünyanın daha iyiye gitmeyeciğini düşünüp, umutsuzluğun zirvesinde bırakmış kendini ölüme.Üstelik eşiyle birlikte.

      Ölüm zamanını kendi elleriyle seçen Zweig, bu kitabında aşkın tek kişilik halini sorgulatıyor bize. Adı bilinmeyen bir kadının yazar R.’ye olan aşkını anlattığı bir mektup aslında kitabımız. Bilinmeyen kadının biyografisi de diyebiliriz.

      Bilinmeyen kadın ( kitapta ismi geçmiyor) kapı komşusu yazar R.’yi ilk kez 13 yaşında görüyor. Ve bir ömür sürecek bir aşka yelken açıyor ama tek başına. Birkaç yıl sonra kız o evden taşınıyor ama yazarı bırakmıyor, hatta birkaç gece birlikte de oluyorlar ama adam kızı tanımıyor. Kadın, yazardan bir çocuk sahibi oluyor ama ona söylemiyor. Yıllar sonra yazarın karşısına,müzikli bir eğlence yerinde çıkıyor bu kez. Birlikte oluyorlar ama yazar yine tanımıyor kadını. Zaten mektupta çoğu kez “beni asla tanımadın” serzenişlerini okuyoruz. Yani hikayenin özeti; bir kadının tüm hayatını, onu tanımaya zahmet bile etmeyen bir adama adaması. 

      Peki değer mi? Sizce böyle bir aşk olabilir mi?Karşınızdakinin sizin kadar aşık olmayacağını düşünüp aşkı tek başınıza yaşadınız mı hiç?

      Bilinmeyen kadın bize,aşkın tek başına yaşanabildiğini gösteriyor. O kadın eğer yazardan bir çocuk sahibi olmasaydı, onu anlayabilirdim. Hatta bu yüce aşkından dolayı önünde saygıyla eğilirdim. Oysa aşkı tek kişilik yaşasa da çocuk aynı zamanda babaya da ait. Mektubunda, belki çocuğumuzla ilgili şüphe duyacaktın diyor. Ya tam tersi olacaksa? Belki de yazar gerçekten bir baba olacaktı çocuğuna. Bir ihtimal üzerine verilen bu karar ,hem çocuğa hem babaya haksızlık değil mi? Kitabı okurken bu kısımda o kadar takılı kaldım ki ,kadının aşkı birden önemsizleşti gözümde. Üstelik kadınla adamın birlikte geçridikleri zaman o kadar az ki, hayatı paylaşmadan,birlikte gülüp birlikte ağlamadan mutlak bir aşk yaşanacağına inanmadığım için bilinmeyen kadının aşkı bana aşktan çok saplantı gibi geldi.

     Sözün özü; 55 sayfaya bir kadının tüm ruhsal iniş çıkışlarını sığdıran Zweig, psikoloji alanına da ne kadar hakim olduğunu kanıtlıyor. Yani kitap türü açısından çok başarılı ama karakterin hissettikleri benimkilerle bağdaşmıyor.


    Kitabı okuyun ve düşünün,
bilinmeyen kadın mı haklı yoksa ben mi haklıyım?

15 Haziran 2017 Perşembe

Doğu'nun Limanları - Amin Maalouf

Üniversite yıllarında Semerkant kitabıyla tanıştığım Amin Maalouf’un,  Doğu’nun Limanları kitabını yine o yıllarda okumuş ve çok beğenmiştim. Kitabı tanıtabilmek için tekrar okudum hem de hiç sıkılmadan. Siz bir kitabı birkaç kez okur musunuz, bundan sıkılır mısınız bilmem ama ben sevdiğim bir kitabı tekrar tekrar okuyabilirim. Aslına bakarsanız bu durumda aynı kitabı tekrar okumuş olmuyoruz. Yaşımız, hayat tecrübemiz, o anki duygularımız yüzünden her okuduğumuzda başka bir dünya seriliyor önümüze.

Kitabı ilk okuyuşumda, yaşanan savaşlar daha çok dikkatimi çekmişti. II.Dünya Savaşı, Almanya’ nın Fransa’ yı işgali, Yahudi soykırımı, patlak vermek üzere olan İsrail- Filistin savaşı… İlk gençliğin verdiği ateşle, sadece olay odaklı okumuştum kitabı ve savaşları insana indirgeyemeden her şeye isyan etmiştim.

Şimdi okurken anlıyorum ki savaşın kötü yönünü göstermenin en etkili yolu sayılar ve isimler değil. Hangi ülkelerin savaştığının, kaç kişinin öldüğünün önemi yok. Bir kişi de ölse bin kişi de ölse, aynı acıyı hissedebilmek gerekiyor. Ayrıca yazar bu kitapta savaşın, insan hayatını  öldürmeden de mahvedebileceğine tanık ediyor bizi. Yazar arka planda verdiği savaşın merkezine bir insanın içler acısı öyküsünü koyarak uyarıyor bizi. Savaşlarda kaybeden hep insanlıktır cümlesinin altını çiziyor böylece.

Kitabımızdaki olayların başlangıcı ta Osmanlı’ya dayanıyor. Babasını bilekleri kesilmiş halde( Sultan  Abdülaziz olduğunu tahmin etmişsinizdir zaten) gören İffet’in çığlığıyla başlayan olaylar, İffet’i tedavi edeceğine inanan Ermeni doktor Kitabdar’ın onunla evlenerek Adana’ya yerleşmesiyle devam ediyor. Böylece kahramanımız İsyan’ ın tohumları da atılmış oluyor. İsyan, Müslüman İffet ile Ermeni doktorun torunu. Babasının Yahudi bir kızla evlenmesiyle, dededen Ermeni, anneden Yahudi olarak, tam Doğu Akdeniz karmaşasına yakışır bir soy ağacına sahip oluyor İsyan. Kahramanımızın adı İsyan. İsyan, çünkü      babası onu bir devrim önderi yapma hayaliyle yaşıyor. Babasının hayalinden oldukça uzakta olan İsyan, bu hayalin esiri olmamak için Fransa’ya gidiyor. Ve babasının hayal ettiğinden de önemli bir devrimci olarak yıllar sonra Beyrut’a dönüyor. Buna kaderin bir cilvesi mi desek yoksa kendini gerçekleştiren kehanet mi bilemedim. Yahudi bir kızla evlenen İsyan, İsrail-Filistin savaşının kurbanı oluyor ama ölerek değil,daha kötü bir şekilde.

Savaşın acımasızca ayırdığı bu çift, aralarındaki birkaç kilometreye rağmen 20 yıl görüşemiyorlar. Düşünsenize, sevdiğiniz kadın sadece birkaç kilometre ötede, üstelik çocuğunuzu taşıyor ama ona ulaşamıyorsunuz. Sebebi ne? Vadedilmiş topraklara sahip olma arzusuyla yanan gözü dönmüş devletler. Hangi toprak bir insanı çocuğundan  ayırmaya değer ki. Hangi toprak bir insan hayatından daha değerli ki. Hele ki sonunda toprak olacağımız bu kadar aşikarken. Delirmemek işten değil.

Ve İsyan da deliriyor.Kardeşinin de çevirdiği entrikalarla, 16 yıl bir akıl hastanesinde,  ilaçların gölgesi altında, zihnini uyuşturmalarına izin veriyor.

Ta ki , hiç beklemediği biri gelip onu uyandırana kadar. İsyan’ ı kimin kurtardığını kitabı okuyarak öğrenin. Ama sonuca da odaklanmayın. Maalouf’ un akıcı dilinde kaybedin kendinizi, sis perdesi arkasında verilen savaşları görmeye çalışın, bir hayatın nasıl bir hiç yüzünden heba olabileceğine tanık olun. Ve kadınların, özellikle annelerin zor durumlarda ayakta kalabilme yetisine hayran olun.

Maalouf’ u daha önce okumadıysanız size şöyle bir yol haritası önerebilirim:

Semerkant’la başlayacağınız yolculuğa, önce Yüzüncü Ad, sonra Doğu’ nun Limanları, sonra da Afrikalı Leo ve Tanios Kayası kitaplarıyla devam edin.Doğu’dan Uzakta kitabıyla da yazarın deyimiyle eve dönüş yapın. İyi okumalar.

1 Haziran 2017 Perşembe

Kuşlar Yasına Gider - Hasan Ali TOPTAŞ

Bir önceki yazımda Türkçesine çok güvendiğim bir yazarla baş başayım demiştim.Evet işte Hasan Ali Toptaş dili kullanım şeklini en çok sevdiğim yazarlardan biri.Aslında bir İskender Pala hayranı olarak Osmanlıca terimleri, ağır kelimeleri, ağdalı cümleleri seven biriyim.Ama Toptaş’ın konuşma diline olan hakimiyeti insanı cezbetmeyecek gibi değil.Tıpkı bizim mahalleden biriymiş gibi doğal ve akıcı bir dille yazdığı bu kitabında,unutulmaya yüz tutmuş deyimleri,daha önce duymadığım kelimeleri de gün yüzüne çıkarmış.Kelime dağarcığı açısından yazarımız tıpkı bir maden gibi.Kesinlikle fakültelerde ders olarak okutulmalı Toptaş. Dilimize yapılacak en büyük katkı da bu olur bence.

            Yani Hasan Ali Toptaş ne anlattığı değil nasıl anlattığı önemli olan bir yazar.Zaten bu kitabının konusunu da birkaç cümleyle ifade edebiliriz.Nihayetinde babasını doktor doktor gezdiren bir oğulun hissettikleri anlatılmış.Ve böyle sıradan bir konu Toptaş’ın dilinde çok beğenerek okuduğum bir esere dönüşmüş.Kitabı okumaya başlayınca eski bir hatıramın gözümde canlanmasıyla da hemen adapte oldum kitaba.

Yıllar önce Aksaray’dan Eskil’e giderken bir kavşakta herkes korna çalmaya başlamıştı aniden.Biraz ilerleyince yaşlı bir adamın traktörle yolda kaldığını bu yüzden de tüm trafiğin alt üst olduğunu görmüştüm.Bindiğim otobüsün camından çok ama çok kısa bir süre o adamla göz göze gelmiştik.O bir saniyede adamın gözlerinde gördüğüm çaresizlik içime işlemişti.Beyazlaşmış saçlarına taktığı kasketi, boynuna mendil sardığı ,kahverengi kareli gömleği,ne yapayım diyerek iki yana açtığı,tarlada çalışmaktan nasırlaşmış elleri hala hatırlarım.
           
Kuşlar Yasına Gider’i okuyunca o adam geldi gözümün önüne.Sanki traktördeki adam Aziz rolünde karşıma çıkmıştı birden.Aziz,hikayemizin temel unsuru.Anlatıcının babası.Kitap baba-oğul ilişkisi içinde ilerliyor.Ama yazarımız baba-oğul ilişkisini edebiyat dünyasında hep anlatıldığı gibi bir çatışma,iktidar mücadelesi çerçevesinde değil de,sayı-sevgi ve uyum içinde ele almış.

Yazar babasını kaybettikten sonra yazmış kitabı ama bunun otobiyografik bir roman olmadığını hem kitapta hem de bir röportajında belirtmiş.Romanı üçüncü tekil kişinin ağzından yazmak yerine Aziz’in oğlunu kullanarak daha da zorlaştırmış işi kendi açısından.Bir roman yazmanın en garanti yolu üçüncü tekil kişinin anlatıcı olmasıdır belki de.Böylece yazar daha geniş bir açıdan aktarabilir olayları.Oysa anlatıcı belli bir kişiyse yazarın bildikleri o üçüncü şahsın bildikleriyle sınırlı kalır.Ama Hasan Ali Toptaş kelimelerle o kadar hasbihal içinde ki bunun kendisine zorluk çıkarmayacağını düşünmüştür zaten.

Aziz’in protez bacağını değiştirmek için Ankara’ya oğlunun yanına gitmesiyle başlayan romanımızı, Ankara-Denizli arasında mekik dokuyan Aziz’in oğlu aktarıyor bize.
Kitabın çoğu kısmı aynı yolda geçiyor:Polatlı çıkışı,Haymana yol ayrımı,Gömü,Temelli,Bayat…
Sadece yollar değil,beyaz gömlekli çocuk, anlatıcıyı yolda sürekli takip eden beyaz at,başka bir deyişle ecel atı ve dinlenen türküler de sürekli tekrarlanıyor.Bu tekrarlar okuyucuyu sıkmak yerine rahatlatıyor bence.Çünkü yaptığı bu tekrarlarla yaşam denen döngünün altını çiziyor yazar.Ve eninde sonunda hep aynı yere yaklaşacağımızı haber veriyor:Ölüme.

Hikayemizin baba-oğul ilişkisinin de gerisinde ölümün kabullenilmesi var.Hatta bana öyle geliyor ki yazar bu romanı babasının ölümünü kabullenebilmek için yazmak zorundaydı.Yazar, usul usul yağan yaz yağmuru gibi ölümü içimize işliyor,ölümü bekletiyor bize,ölümü olabildiğince normalleştiriyor,ölümle yüzleşmemizi sağlıyor ve en sonunda ölümü kabullendiriyor.Üstelik  kafamıza balyozlar indirerek değil, dinginlikle, hani sözüne değer verdiğimiz,hayat tecrübesini nasihat vermeden bize aktaran bir abi gibi yapıyor bunu.

Normalde edebi değeri yüksek bir kitabı okuduğumda son sayfayı bitirip derin bir nefes alır ve o anki mutluluğumu yüreğime hapsetmeye çalışırım.O anlık hazzın damarlarımda ilerleyişinin rehavetiyle hem mutlu olurum hem de güzel bir kitabın bitmesiyle hüzünlenirim.Oysa Kuşlar Yasına Gider’i bitirince,sanki yazar o son cümlenin noktasını aldı,büyüttü, büyüttü ve koca bir taş halinde, geldi kalbimin üstüne bıraktı.Nefes aldırmadı bana.Etkisinden uzun süre kurtulamadım.

Birçok cümlesiyle burnumun direğini sızlatan,röportajlarını okuduğumda ise hayalimi* yaşadığını öğrendiğim,her ne kadar Doğu’nun Kafkası benzetmesi yapılsa da bence Türk Edebiyatı’nın abisi olan Hasan Ali Toptaş ‘ı herkese tavsiye ediyorum ama bir yandan da bir tek ben okuyayım bana özel olsun istiyorum.İlk kez bir yazarı kendime saklamak istedim açıkçası.Ve hissettiklerimi anlatamamaktan korktuğum için bu yazıyı yazmak çok zor oldu .Başa dönüp yazımı okuduğumda kitabın çok az bir kısmını ele alabildiğimi görüyorum. Daha fazlası için en iyisi kendiniz okuyun bu kitabı.
Şimdi ben,Aziz’in mezarı başından kalkıp başka bir dünyaya açılmaya hazır hissediyorum kendimi.Siz de sağda solda hembembe sekmeyin**, yazarımızla tanışın bir an önce 😄

*Yazarımız 2004' te emekli olduktan sonra tüm zamanını kitap okumaya ayırmış.Bir nevi benim hayalim onun şuan yaşantısı.
** Bu sözü ilk kez bu kitapta duydum ve çok hoşuma gitti.