29 Ağustos 2021 Pazar

Efrasiyâb'ın Hikayeleri - İhsan Oktay Anar

 

  Bu kitabı bitirdikten sonra ilk yaptığım iş İhsan Oktay yeni bir kitap çıkaracak mı diye aramak oldu. Zira 7 kitabını, hatta 1989 yılında Mor Köpük Dergisi’nin Oyun Özel Sayısı için yazdığı “ Rabnuma” adlı kısa hikâyeyi de okudum ve şimdi yeni bir kitap yazsın diye dört gözle bekliyorum.

    Kullandığı o kendine has, kimi zaman Osmanlıca kimi zaman klasik argo ( küfürle karıştırmamak lazım bunu, ben ki küfürden asla hoşlanmam, İhsan Oktay’ın kullandığı argo çok daha farklı, ceketinin bir omzunu düşürmüş nara atan bir külhanbeyinin başı derde girmeden tüm isyanını dile getirebilmek için kullandığı bıçak sırtında dolaşan bir dil… ) kısacası o özel diliyle ve her defasında bana bir sarmalı andıran kurgusuyla tüm kitaplarından zevk aldım.

    Efrasiyab’ın Hikâyeleri ise diğer kitaplarına nazaran daha anlaşılır bir dille yazılmış. Yazarı okuyanlar bilir, İhsan Oktay’ın her kitabında bir ana tema vardır. Bu kitapta ana tema ölüm gibi görünse de aslında “cennet”dir.

    Bize hem çok yakın hem çok uzak bir zamanda torunlarına Efrasiyab’ın hazinelerinin yerini anlatacak olan Cezzar Dede ile Azrail arasında geçen bir oyunu anlatır kitap. Cezzar Dede ile Ölüm sırayla birer hikâye anlatacak ve her hikâye için Cezzar Dede bir saat yaşama hakkı kazanacaktır. Bu arada diğer kitaplarında olduğu gibi Uzun İhsan bu kitapta da var. Cezzar Dede ile Ölüm hikâyeleri anlatırken bir yandan da vadesi dolan Uzun İhsan’ı mahalle mahalle takip edip yakalamaya çalışır Ölüm. Kitap boyunca sekiz mahalleden geçerler, tıpkı cennetin sekiz kapısı gibi…

    Hikâyelerin bir kısmı da aslında çok iyi bildiğimiz bazı hikâyelerin uyarlaması ama İhsan Oktay diliyle tabii ki. Süpermen, kırmızı başlıklı kız, vampir, kurt adam… Bunları bir de yazarın kaleminden okumak çok sevindirdi beni.

    Kitabın bir yerinde Ölüm, Cezzar Dede’ye diyor ki:

    “Bu gerçekten ibretlerle dolu bir hikâye. Ne var ki çok uzun. Bu yüzden de çoluk çocuğa anlatılır cinsten değil. Ayrıca takip edilmesi biraz zor gibi. Dinleyenin anlamasından çok, anlatmanın zevki için anlatılmış görünüyor.”

    Sanırım İhsan Oktay’ın kitap yazarken temel aldığı felsefe bu. Yazmayı sevdiği için yazıyor, anlaşılmak gibi bir gayesi yok.

    Bu arada oyunun sonu ne oluyor dersiniz? Hiç Ölüm oynadığı bir oyunu kaybeder mi? Eğer Ölüm gülümser veya ağlarsa kaybedecektir. Peki, bu mümkün mü? Bence okuyup öğrenin.

    Kitaptaki en sevdiğim paragraflardan birini de ekliyorum.

    "Artistik ve ahlâki değerlere asırlar boyu bir türlü erişemedikleri için bunlar uğruna bir ömür harcamayı enayilik olarak gören ve güzelliği üretmek yerine onu para, şiddet ya da kurnazlıkla elde etmeyi fazilet sayan insanların ülkesindeki okullarda, en az rağbet gören ve pek ciddiye alınmayan bir ders de resimdi..."

19 Ağustos 2021 Perşembe

40'ından Sonra....

 

Aman Allah’ım neler oluyor bana! Hem de bu yaştan sonra. ☺

Hayat bana büyük konuşmamam konusunda sürekli uyarılar yaptığı için bu konuda oldukça temkinliyimdir aslına ama keskin çizgilerim var galiba. Şu dünyada 40 sene yaşayıp kendiyle ilgili hala galiba diyebiliyor demek ki insan.

Kendi içimdeki kuralları kolay kolay bozamıyorum. Bu bazen  irade gibi görünse de kimiz zaman yeniliğe kapalı olmaya da neden olabiliyor. Son birkaç senedir çizgim dışındaki kitapları okuyarak duvarlarımı genişletmeye ( yıkmak demiyorum dikkat edin sadece genişletmek) çalışıyorum, işe de yarıyor galiba.

Mesela müzik zevkim ilginçleşti. Ben ki hayatında caz ve rap müziğe hep mesafeli durmuşumdur.

Müzik dinlerken de kendi çizgimde ilerlemişimdir hep. Ezgi’nin Günlüğü, Evgeny Grinko, Mark Eliyahu, Feyruz, Timur Selçuk, Ferdi Özbeğen… Biraz Ortadoğu müziğine hayranlığım vardır. Onların gırtlak nağmelerine mest olmuşumdur.

Ben böyle kendi halimde müzik dinlerken bir gün Hollanda’da yaşayan bir Türk kızını keşfettim. Adı Karsu. Sesini, yeteneğini değerlendirmeyeceğim zira o kadar müzik bilgim yok. Konunun uzmanı değilim sonuçta. Ama o kadar beğendim ki, oturdum bir haftadır Karsu’nun yaptığı caz parçaları dinliyorum. Üstelik kendisi de o kadar mütevazı ki… Konuk olduğu tüm programların videolarını izledim.  Yıllarını televizyonculuğa adamış sunucuların, konuğunun değerini bilmeden yaptığı programlar da izledim, konuğunu ezmeye çalışanı da gördüm. Konuğunun bir “star” gibi davranmaması karşısında ona “Kezban” diyeni de… En çok da Harbiye Açık Hava Konseri’nde Karsu bir Zeki Müren şarkısını, yine benim gözümde olağanüstü bir şekilde seslendirirken, birden kopan alkışların sanatçıya değil de gelen “siyasetçi” ye yönelik olması üzdü beni. Dedim ki, ne zaman sadece insan olmayı öğrenecek bazıları. İsimlerinin önünde hiçbir statü olmadan sadece isimleriyle var olabilecekler.

Ve bir şarkısı az bir izlenme oranına sahip olsa kendini Dünya starı sanan sözde sanatçılara o kadar alışmışız ki, Karsu’nun içtenliği bana şifa gibi geldi.

İşte böyle böyle kendi çizgimden çıkarken bir de baktım ki “Eypio”nun Naim şarkısını dinliyorum. Allah’ım dedim, bana neler oluyor? Ben rap müzik dinliyorum, üstelik beğeniyorum.

Valla gidişat iyi değil. Biri beni durdursun.Şimdi de Yener Çevik şarkılarında geziniyorum. Valla tüm önyargılarımı attım bir kenara, çok da beğendim. Ne diyeyim Allah sonumu hayretsin.

En çok beğendiğim videoları buraya da ekliyorum. Belki siz zaten biliyorsunuz belki de duvarlarınızı genişletmek için bir fırsat olacak. Eğer daha önce dinlemediyseniz, bir şans verin. Ha eğer beğenmezseniz de dünyanın sonu değil. Zevk meselesi. HİÇBİR ŞEYİN FANATİĞİ OLMAYA GEREK YOK DEĞİL Mİ? Bu son cümle de kamu spotu niyetine büyük harflerle kalsın burada.

 

 İlk video, Karsu'nun Türkçe söz yazdığı ilk caz parçası. Bence sözler de müzik de harika.

 

 İkinci video "Eypio" nun Naim Süleymanoğlu'nun hayatının anlatıldığı Naim filmi için yaptığı parça. Hayatta dinlediğim ilk rap şarkısı. Benden tam not aldı.

Bu şarkıyı niye sevdiğimi ise bilmiyorum. Dedim ya biri beni durdursun, gidişat iyi değil. 

Şaka bir yana Yener Çevik'in hayran kitlesi hiç de azımsanacak gibi değilmiş.


Tüm bunlardan çıkarılacak ders: Büyük lokma ye, büyük söz söyleme.


10 Ağustos 2021 Salı

Balıkçı ve Oğlu - Zülfü Livaneli

 

Az cümleyle çok şey anlatmak… Bir yazarı asıl başarılı kılan şey bu benim gözümde.

Tüm işi tek başına üstlenip okura hiçbir şey bırakmayan, okurun ne düşünmesi gerektiğini söyleyen kitaplardan hoşlanmıyorum. Sanırım bu yüzden kişisel gelişim kitaplarına da hiç yakın olmadım.

Bir de olayı dramatize eden, özellikle toplumun ilgisini çekeceğine emin olduğu bir olayın etinden, sütünden yararlanarak ajitasyona başvuran yazarlardan uzak duruyorum.

Tüm bunları düşündüğümde rahatlıkla söyleyebilirim ki Livaneli bana yakın bir yazar. Balıkçı ve oğlu kitabını da okuyunca bunu daha net anladım. ( Geriye okumadığım 2 kitabı kaldı.)

Bu kitabında birçok sorunu ele almış. Mülteci sorunu, (daha önce Huzursuzluk’ta Suriyeli mültecileri konu edinmişti. Burada Afgan bir mülteci var. Hemen bir parantez açıp şunu da belirteyim. Livaneli’nin kitabındaki mültecinin son günlerde sınırlarımızdan geçen hepsi genç ve erkek olan mültecilerle alakası yok. ) balık çiftliklerinin zararları, sahil kasabalarının rant yüzünden geldiği durum, evlat acısı gibi birçok konuyu dramatize etmeden, az kelimeyle ama etkili bir şekilde anlatmış.

Minicik evladını denize kurban veren bir balıkçının denizden gelen başka bir minik evlada yuva olmak için yaşadıklarını merkeze koymuş. Kitabı okurken değil bitirdikten sonra idrak ediyorsunuz. Bu aile evlat kaybetti, nasıl da canları yanmıştır diyorsunuz. Okurken sıradan gelen bir cümle, kitabı bitirdikten sonra zihninizde yuvarlana yuvarlana bir ip yumağı olup boğazınızda düğümleniyor.

Hani denize cansız bedeni vuran bir bebek vardı. Hâlâ ilk günkü kadar acı çekerek hatırlıyor musunuz? Yoksa Aylan bebeğin kıyıya vuran cansız bedeninin görüntüsü hafızalarımızdan ve yüreklerimizden gün geçtikçe silindi mi?  Gerçek hayatta kurtaramadığımız Aylan bebeği Livaneli, Samir bebek olarak kurtarıyor. 

Bizim payımıza da Aylan bebeklerin çoğunun sadece bir roman kahramanı olarak hayatta kalabileceği gerçeğini görmek düşüyor.

Bu yüzden kitapları, özellikle de romanları, hikâyeleri çok seviyorum. Belki de dünyanın cenneti de cehennemi de kitaplardır. Haksızlıkların giderildiği, adaletin sağlandığı yer…

Kitabın sonunda bir de kitap üzerine yazarla bir söyleşi var. Mutlaka okumalısınız söyleşiyi de. Livaneli’nin söyleşideki bir paragrafını buraya ekliyorum. Bence dünyanın tüm sorununu özetlemiş yazar.

“8 milyara yakın insan, hepimizi köleleştiren bir kapitalist diktatörlüğün saldırısı altındayız. Daha önceki çağlarda köleler ayaklarındaki prangadan köle olduklarını anlıyorlardı. Modern köleler ise kendilerini köle sanıyor, çünkü beynine geçirilmiş prangaları göremiyor. Dünya, kapitalistlerin, halkını soyan diktatörlerin, yolsuz bürokratların korkunç hırsına engel olamazsa, göçler de sürecek, terörizm de, isyanlar da. Bir insanın, şirketinin trilyon dolar etmesi bir yana, kişisel hesabında 700-800 milyar dolar gibi bir para bulunmasının anlamı ne? Artı değeri sömürerek edindiği bu servet, eskiden olduğu gibi altın vs. de değil, o parayı bile görmüyor. Sadece bilgisayar ekranında sıfırlar, sıfırlar, sıfırlar. Bütün kavga, dünya nüfusunun kaybolması, bebeklerin ölmesi pahasına o soyut sıfırları arttırmak. Bana göre bu bir suçtur; devletlerin, belli bir limitin üstündeki kişisel servetlere izin vermemesi, düzgün vergi yasalarıyla sosyal adaleti düzenlemesi gerekir. Devlet bunun için var.”