İnsan ne tuhaf bir varlık değil mi?Dışarıdan bakıldığında
sakin bir deniz görüyorsunuz, oysa altında ne fırtınalar kopuyor belli değil.
Benim de böyle sakin, rutin görünen hayatımın bol inişli çıkışlı, bol olaylı,
bol şaşırmalı, bol karar verip vazgeçmeli,
vazgeçip karar vermeli yani kısacası fırtınalı bir döneminde olduğum
için bu birkaç ay önce okuduğum kitabın yorumunu yazmaya bir türlü fırsatım
olmadı. Elim kaleme gitti gitti geldi. Arada bir hikayeye de gitti ama bakalım
sonunu getirecek mi kalemim? (Bu yazıyı yazarken hikayem henüz bitmemişti.
Bitirdim ve Sosyal Edebiyat Dergisi’nde yayımlandı bile.) Bir ara bloga yazma
işini bırakmayı bile düşündüm açıkçası. Hani bazen her şey gözünüzde önemini
yitirir ya. Öyle bir zaman dilimiydi sanırım. Geçti şimdilik. Yine geleceğinden
eminim ama neyse…
Ben böyle gel gitler yaşarken dedim ki, güya yıllardır
kitaplarla hasbıhal içindesin kalemucu ama daha kendi dilinin kilometre taşı
sayılacak kitaplarda bile eksiğin var. Sahi okumadığım ne çok kitap var.
2020’de bir hedef belirleyeyim istiyorum. Sonra diyorum ki, bu işin sayılarla
bir ilgisi yok. Kaç kitap okuduğun değil önemli olan, okudukların sana ne
katıyor sen ondan haber ver.
Ama hayat o kadar hızlı geçiyor ki… Yani yaş 40 ‘a dayanmış.
Okunması gereken kitapların sayısı gün geçtikçe artıyor. Üstelik yüzyıllar
öncesinden seslenen yazarlarla bu devrin yazarları iki koldan çekiyor beni
farklı yönlere doğru. Ve tüm bu hengamenin ortasında kendi cümlelerini
oluşturmaya çalışmak…
Yine de dönüp hayatıma şöyle bir baktığımda, içimdeki hafif
sızıya rağmen bir memnuniyet var. 39’a
yeni girdiğim şu gülerde bolca şükrediyorum. Bolca iyi ki diyorum ve keşkelerim
gittikçe azalıyor. Kendimi hatalarımla kabul etmeyi ve kendimi affedebilmeyi
öğreniyorum sanırım. (Yazının başıyla sonu birbirini tutmuyor değil mi? Başında
keder sonunda şükür…Ben de kendime şaşırıyorum emin olun.)
Bu uzun girizgahtan sonra kitaba geleyim
artık.
Gulyabani deyince sizin aklınıza ne geliyor? Süt Kardeşler
filmi değil mi? Defalarca izlemekten bıkmadığım bu film, Hüseyin Rahmi
Gürpınar’ın Gulyabani kitabından esinlenerek çevrilmiş. Kitapla film birebir
aynı olmasa da temeldeki konu aynı.
Yani bir konaktaki varlıklı bir kadını delirtip mirasına
konmak için tertiplenmiş bir gulyabani var ortada.
Süt Kardeşler bir komedi filmi, peki Gulyabani komedi mi
korku kitabı mı?
Buna bir cevap verebilmek için önce korku edebiyatının ne
olduğunu açıklamak gerek.
Korku edebiyatı, okuyucuyu korkutmayı, heyecanlandırmayı
hatta dehşete düşürmeyi hedefler. Doğaüstü olayları ortaya sererek korkuyu
yerleştirmeye çalışır. Gulyabani kitabında da korku öğeleri yer almakla
birlikte yazarın amacı okuru korkutmak değil, bu hurafeleri eleştirmek, bir
nevi hiciv örneği.
Kitabı okurken hep aynı soru yankılandı durdu beynimde. Batı edebiyatında bunca etkin bir rol oynayan korku türü
bizde neden ulusallaşamamış acaba? Ben bu soruya din ekseninde cevap vermek
istiyorum.
Hristiyanlıkta insan doğuştan günahkardır. İlk insanın
cennette işlediği günah yüzünden tüm insanlar günahkar doğmaktadır. Bilirsiniz
bu yüzden de vaftiz olurlar zaten. Oysa İslam’da insan günahsız doğar. Tertemiz
bir şekilde gelir dünyaya.
Günahkar doğduğuna inanan bir toplumun yaşadığı var oluş
problemine nazaran, günahsız doğduğuna inanan bir toplumun yaşadığı çelişkiler
"daha az derin" oluyor haliyle.
Bir de “şeytan” kavramı var ki Hıristiyanlıkta neredeyse
Tanrı kadar güçlüyken bizde durum farklıdır. Allah’ın koyduğu yasakları
çiğnemeyene, O’nun yolundan ayrılmayana şeytanın etki edemeyeceğini, nefsine
yenik düşmeyeceğini düşünürüz. Hal böyle olunca gotik edebiyatın en önemi
figürlerinden biri olan şeytan bizim edebiyatımızda önemini yitirmiş oluyor.
Bir de olaya toplumsal açıdan bakarsak, 18. yüzyılda Osmanlı
batının gerisinde kaldığını düşünüp, askeri ve teknik bakımından batıya
yetişmeye çalışırken toplumsal alanda da tepeden inme bir batıya yetişme
telaşına kapıldı aydınlarımız.
Batıda Aydınlanma hareketine tepki olarak “gotik” doğarken
bize aydınlanmanın realist kısmına uymak düştü. Belki bu etki olmasaydı bizim
sözlü geleneğimizde yer alan tüylerimizi ürperten “üç harflilerin” , kadınları
doğumdan sonra basan “al”ların, karabasanların hikayeleri yazıda kalıcı
olabilirdi.
Çok da karamsar bir hava çizmemek lazım. Bizde de korku
türünde bir şahlanma olacağı düşüncesindeyim. Eskiye dönüp baktığımızda gayet
başarılı denemeler de olmuş ama yeterli ilgiyi görememişler maalesef.
Kenan Hulusi Koray’ın 1939 yılında basılan Bahar Hikayeleri
( 8 hikayenin 3’ü korku türünde),
Kerime Nadir’in Dehşet Gecesi,
Ali Rıza Seyfioğlu’nun Dracula İstanbul’da ( Kazıklı voyvoda
kitabından uyarlamadır) eserlerini örnek olarak verebiliriz.
Gulyabani’ye gelirsek evet tam bir korku romanı değil ama
korku-hiciv arası farklı bir tarz okumak isterseniz, deneyin derim.
Bu arada Sosyal Edebiyat Dergisi’nin Şubat sayısı için
yazdığım hikayenin linkini de bırakıyorum.Kitapla kalın.
Sizi özlemiştik. Geçmiş doğum gününüzü kutlarım. Lütfen blog devam etsin.
YanıtlaSilTeşekkür ederim. Bakalım zaman gösterecek her şeyi.
SilAyşeğül hanım çok severek okudum bloga yazmalısınız bence . Dergide yazdığınız hikayeyide çok beğendim . Ve evet insan bazen kendini yetersiz hissediyor. Sanki ömür bitecek okunacak kitaplar kalacak geride gibi .
YanıtlaSilTeşekkürler Nihal Hanım.Desteğinizi daima hissediyorum. Hikayeyi beğenmenize de ayrıca sevindim.
SilÇok teşekkür ederim. Ne iyi geldi yorumunuzu okumak. Kitabı da seversiniz umarım. Her kitaba yetişemiyoruz bari okuduklarımız okuduğumuza değsin :)
YanıtlaSil