12 Şubat 2020 Çarşamba

Gulyabani - Hüseyin Rahmi Gürpınar



İnsan ne tuhaf bir varlık değil mi?Dışarıdan bakıldığında sakin bir deniz görüyorsunuz, oysa altında ne fırtınalar kopuyor belli değil. Benim de böyle sakin, rutin görünen hayatımın bol inişli çıkışlı, bol olaylı, bol şaşırmalı, bol karar verip vazgeçmeli,  vazgeçip karar vermeli yani kısacası fırtınalı bir döneminde olduğum için bu birkaç ay önce okuduğum kitabın yorumunu yazmaya bir türlü fırsatım olmadı. Elim kaleme gitti gitti geldi. Arada bir hikayeye de gitti ama bakalım sonunu getirecek mi kalemim? (Bu yazıyı yazarken hikayem henüz bitmemişti. Bitirdim ve Sosyal Edebiyat Dergisi’nde yayımlandı bile.) Bir ara bloga yazma işini bırakmayı bile düşündüm açıkçası. Hani bazen her şey gözünüzde önemini yitirir ya. Öyle bir zaman dilimiydi sanırım. Geçti şimdilik. Yine geleceğinden eminim ama neyse… 

Ben böyle gel gitler yaşarken dedim ki, güya yıllardır kitaplarla hasbıhal içindesin kalemucu ama daha kendi dilinin kilometre taşı sayılacak kitaplarda bile eksiğin var. Sahi okumadığım ne çok kitap var. 2020’de bir hedef belirleyeyim istiyorum. Sonra diyorum ki, bu işin sayılarla bir ilgisi yok. Kaç kitap okuduğun değil önemli olan, okudukların sana ne katıyor sen ondan haber ver. 

Ama hayat o kadar hızlı geçiyor ki… Yani yaş 40 ‘a dayanmış. Okunması gereken kitapların sayısı gün geçtikçe artıyor. Üstelik yüzyıllar öncesinden seslenen yazarlarla bu devrin yazarları iki koldan çekiyor beni farklı yönlere doğru. Ve tüm bu hengamenin ortasında kendi cümlelerini oluşturmaya çalışmak… 

Yine de dönüp hayatıma şöyle bir baktığımda, içimdeki hafif sızıya rağmen bir memnuniyet var.  39’a yeni girdiğim şu gülerde bolca şükrediyorum. Bolca iyi ki diyorum ve keşkelerim gittikçe azalıyor. Kendimi hatalarımla kabul etmeyi ve kendimi affedebilmeyi öğreniyorum sanırım. (Yazının başıyla sonu birbirini tutmuyor değil mi? Başında keder sonunda şükür…Ben de kendime şaşırıyorum emin olun.)

  Bu uzun girizgahtan sonra kitaba geleyim artık.

Gulyabani deyince sizin aklınıza ne geliyor? Süt Kardeşler filmi değil mi? Defalarca izlemekten bıkmadığım bu film, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Gulyabani kitabından esinlenerek çevrilmiş. Kitapla film birebir aynı olmasa da temeldeki konu aynı.

Yani bir konaktaki varlıklı bir kadını delirtip mirasına konmak için tertiplenmiş bir gulyabani var ortada.
Süt Kardeşler bir komedi filmi, peki Gulyabani komedi mi korku kitabı mı?

Buna bir cevap verebilmek için önce korku edebiyatının ne olduğunu açıklamak gerek.

Korku edebiyatı, okuyucuyu korkutmayı, heyecanlandırmayı hatta dehşete düşürmeyi hedefler. Doğaüstü olayları ortaya sererek korkuyu yerleştirmeye çalışır. Gulyabani kitabında da korku öğeleri yer almakla birlikte yazarın amacı okuru korkutmak değil, bu hurafeleri eleştirmek, bir nevi hiciv örneği.

Kitabı okurken hep aynı soru yankılandı durdu beynimde. Batı edebiyatında bunca etkin bir rol oynayan korku türü bizde neden ulusallaşamamış acaba? Ben bu soruya din ekseninde cevap vermek istiyorum.
Hristiyanlıkta insan doğuştan günahkardır. İlk insanın cennette işlediği günah yüzünden tüm insanlar günahkar doğmaktadır. Bilirsiniz bu yüzden de vaftiz olurlar zaten. Oysa İslam’da insan günahsız doğar. Tertemiz bir şekilde gelir dünyaya. 

Günahkar doğduğuna inanan bir toplumun yaşadığı var oluş problemine nazaran, günahsız doğduğuna inanan bir toplumun yaşadığı çelişkiler "daha az derin" oluyor haliyle.
Bir de “şeytan” kavramı var ki Hıristiyanlıkta neredeyse Tanrı kadar güçlüyken bizde durum farklıdır. Allah’ın koyduğu yasakları çiğnemeyene, O’nun yolundan ayrılmayana şeytanın etki edemeyeceğini, nefsine yenik düşmeyeceğini düşünürüz. Hal böyle olunca gotik edebiyatın en önemi figürlerinden biri olan şeytan bizim edebiyatımızda önemini yitirmiş oluyor. 

Bir de olaya toplumsal açıdan bakarsak, 18. yüzyılda Osmanlı batının gerisinde kaldığını düşünüp, askeri ve teknik bakımından batıya yetişmeye çalışırken toplumsal alanda da tepeden inme bir batıya yetişme telaşına kapıldı aydınlarımız. 

Batıda Aydınlanma hareketine tepki olarak “gotik” doğarken bize aydınlanmanın realist kısmına uymak düştü. Belki bu etki olmasaydı bizim sözlü geleneğimizde yer alan tüylerimizi ürperten “üç harflilerin” , kadınları doğumdan sonra basan “al”ların, karabasanların hikayeleri yazıda kalıcı olabilirdi. 

Çok da karamsar bir hava çizmemek lazım. Bizde de korku türünde bir şahlanma olacağı düşüncesindeyim. Eskiye dönüp baktığımızda gayet başarılı denemeler de olmuş ama yeterli ilgiyi görememişler maalesef.

Kenan Hulusi Koray’ın 1939 yılında basılan Bahar Hikayeleri ( 8 hikayenin 3’ü korku türünde),
Kerime Nadir’in Dehşet Gecesi,
Ali Rıza Seyfioğlu’nun Dracula İstanbul’da ( Kazıklı voyvoda kitabından uyarlamadır) eserlerini örnek olarak verebiliriz.

Gulyabani’ye gelirsek evet tam bir korku romanı değil ama korku-hiciv arası farklı bir tarz okumak isterseniz, deneyin derim.

Bu arada Sosyal Edebiyat Dergisi’nin Şubat sayısı için yazdığım hikayenin linkini de bırakıyorum.Kitapla kalın.