Aslında bu kitabın yorumunu bundan neredeyse bir yıl önce
yapmıştım.Ama araya hep başka kitaplar, başka yazılar girdi. Ve ben bu yazıyı
unuttum. Çünkü yazmak için önce mutlaka kalem, kağıt kullanırım. Bir yazıya
bilgisayarda başlamam mümkün değil. Zihnimdeki düşüncelerin kaleme doğru
aktığını ve kalemimin hareketleriyle harflere dönüştüğünü hissetmek ayrı bir
zevk veriyor. Ayrıca, beğenmediğim bir kelimenin üzerini çizip, bazı cümleleri
defalarca yazmaktan sadistçe bir zevk alıyorum. Yazdıklarımı en son, tamam
artık oldu dedikten sonra bilgisayara geçiriyorum. İşte bu arada bazı yazılar
ajandalarımın arasında bilgisayara aktarılamadan kalıyor. Geçen hafta
defterlerimi gözden geçirirken bu yazıyla birlikte bir çok yarım bırakılmış
hikayenin de sayfaların arasında beni beklediğini fark ettim. Birinde
tekerlekli sandalyede kapıda bırakmışım kahramanı, ötekinde elinde kağıtlarla
kalakalmış salonda bir kadın… Babaannesinin geçmişinde, kendi izlerini süren de
var, hep aynı saatte yoldan geçen adama bağlı yaşayan da. Bu hikayeler ne zaman
tamamlanır bilemiyorum. Şimdilik “Kızım Olmadan Asla” kitabının yorumunu
bilgisayara aktarıyorum.
" Kızım Olmadan Asla" bir belgesel roman. 3 Ağustos 1984 günü, 2 haftalık bir tatil için
İranlı kocasının vatanına gelen Betty’nin, 18 ay süren Amerika’ya dönme
mücadelesini soluksuz okudum diyebilirim. Ama Betty’nin yaşadıklarını anlayabilmek
için önce o dönem İran’da neler olduğuna bir bakmak gerekiyor.
1979’da İran İslam Devrimi sonrası ABD-İran ilişkileri kopma
noktasına gelmiştir. 1980 yılında rehine krizi sonrası İran'a uzun süre
uygulanacak olan ambargolar başlar.1980-1988 yılları arasında yaşanan İran-Irak
Savaşı sırasında ABD, İran'a silah gönderilmemesi konusunda 20 kadar ülkeyle
görüşme yapar. Reagan döneminde ise bazı ABD’li diplomatların İran’a gizlice
silah sattıkları (Irangate Olayı) ortaya çıkar. Betty, İran'a devrimden 5 yıl
sonra yani 1984’te öyle bir zamanda gitmiştir ki, İranlılar ondan, o
İranlılardan nefret ediyordur.
Betty İran'a ayak basar basmaz bir kültür şoku yaşar. Çünkü
örtünmek zorundadır. İran’da şimdi bile her ne kadar zamanla gevşese de bu
kural geçerli. Bir de 34 yıl öncesini düşünün. Çevrede gezen polisler,
pasdarlar, bir saç teli görünen, çorabı biraz aşağı inen kadınları uyarmakla, rusari giymeyen kadınları tutuklamakla görevlidirler. İşin tuhafı da kadın
pasdarların bu işi gönüllü yapmalarıdır.
Amerika’da yaşayan Betty, İranlı Mudi ile onun artık bir
Amerikalı gibi yaşadığını gördüğü için evlenmiş ama bir insanın kökeninin,
damarlarındaki kan gibi vazgeçilmez olduğunu hesaba katmamıştır. Betty ve kızı
Mehtap'ın 2 haftalık bir tatil olarak düşündükleri bu ziyaret, kurtulmak için
18 ay çabalamaları gereken bir kabusa döner. Mudi’nin gün geçtikçe kaba,
sinirli bir insana dönmesiyle İran’da çok zor günler yaşayan Betty’nin kızı
için verdiği mücadele takdire şayan. Peki Betty, bu kaçış mücadelesini
anlatırken İranlılarla ilgili ne kadar objektif.
Betty’nin gözünden bakarsak İranlılar temizliğin ne olduğunu
bilmiyorlar.
“ Yılların yağı pisliği duvara yapışmıştı. Mermerin üzerinde
yemek artıklarından, yağ lekeleri ve şeker kırıntılarına kadar her türlü pislik
var, kirli ayak kokuyordu peynir…” tarzında cümleler yer alıyor sürekli.
Burunlarını çadorlarına süren kadınlar, tek dertleri öğle yemeğinden sonra uyumak ve ibadet saatlerini kaçırmamak olan
erkekler, disiplin nedir bilmeyen çocuklar… Kısacası Betty’nin gözünde İranlılar
pislik içinde ve kültürsüzler. Amerikan vatandaşı birinin yazdığı ve o dönem
Amerika’nın İran’a karşı tutumunu düşününce yazarın objektifliğinden kuşku
duyduğum yerler oldu açıkçası. Belki de çok farklı bir kültürle karşılaşmanın
şoku içinde ve zorla tutulduğu için her şey ona daha da kötü görünmüştür. Tüm
bu düşüncelerime rağmen kızını bırakıp gitmek istemeyen ve kızı için her türlü
tehlikeyi göze alan Betty’nin hikayesini okurken, hep hadi bu kez kurtulsalar
bari demekten alamadım kendimi. Bir de siz okuyun bakalım ne düşüneceksiniz?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder