Hasan Ali Toptaş ,okuduğum
dördüncü kitabıyla, ruhumda iz bırakan yazarlar listesindeki yerini iyice
sağlama aldı.Sanırım ilk sırayı kimseye de bırakmayacak. Hatırlarsanız Anayurt
Oteli’
ni yorumlarken, postmodern romanın bana uymadığını söylemiştim. Oysa Toptaş
sayesinde postmodern romana bakış açım tamamen değişti. Belki de roman
anlayışındaki değişime ancak ayak uydurabildim. Olaya dayalı olmayan,
entrikalarla okuru bağlamayan, kısacası kullanılan dilin önemli olduğu,
imgelerle dolu romanları da beğendiğimi, hatta artık en çok bu tarzı sevdiğimi
anladım.
Toptaş bu kitabında postmodern
romanın doruk noktasına erişmiş diyebiliriz. Kitapta, eş zamanlı kullanılan iki
mekan (şehirdeki ve köydeki berber dükkanı), hayal mi gerçek mi olduğu
anlaşılmayan bir köy ve iki farklı zaman var. Ve, berber dükkanlarındaki
aynalar karşılıklı konulmuş da bir geçit oluşmuşçasına karakterler birbirine
karışmış.
Toptaş’ın , Kayıp Hayaller
Kitabı’ ndaki uzun cümlelerin aksine, daha kısa cümlelerle yazdığı bu kitabı,
okunması kolay ama hazmetmesi zor bir eser olmuş. Şehirdeki berber dükkanında
başlayan birinci bölümde anlatıcının bir roman yazdığı anlaşılıyor. İkinci
bölümde köyde açıyoruz gözümüzü ve her şeyin bir iz bıraktığına inanan muhtarla
tanışıyoruz. Burada muhtarla ilgili, ipucu olabilecek nitelikte bir cümle var
ama ben olayların sonuna bağlayamadım bir türlü. Bundan sonraki bölümler;
köydeki berber dükkanı, köy, şehirdeki berber dükkanı şeklinde devam
ediyor. Sanırım sıralama sadece bir iki yerde bozulmuştu. Sanırım diyorum çünkü bu iç
içe geçişlerden, kayboluşlardan, tekrar ortaya çıkışlardan, köyde yaşanan garip
olaylardan, varlık sorgulamasından başım döndü. Son cümleyle de iyice tuhaf bir
hale geldi kitap. Acaba böyle bir köy yok muydu? Her şey yazarın bir yüz yıkama
süresinde aynaya bakıp kurduğu bir hayalden mi ibaretti?
Yani çırak jilet almaya gidip
kaybolmamış, sonra zamanı belli olmayan bir zamanda köydeki berbere, jilet
almaya giden çırak gelmemiş, Cıngıl Nuri içi daralıp kendini yollara vurmamış,
onun yerine adı yine Nuri olan başka bir berber gelmemiş, Cennet’in oğlu kar
neden yağar kar diye köyde dolanıp durmamış ve beline bağladığı bir yılan
tarafından boğulmamış, Ramazan’ın başına o tuhaf kaza gelmemiş, bekçi, muhtarın
kilitleyip gittiği kapının önünde beklememiş, nereden geldiği belli olmayan bir
koku köye yayılmamış ve nihayetinde -asıl mesele- Güvercin kaçırılmamış
olabilir mi?
Okuyup öğrenmeye değer bir
kitap. Şu ana kadar , varlık- yokluk ilişkisini bu kadar başarılı irdeleyen,
somutlaştırma ve benzetmeleri böyle güçlü olan bir kitap okumadım. Yazarın dile
olan hakimiyetine zaten diyecek yok. Bir röportajında da , hangi kelime açık
heceyle bitiyor, hangi kelime kapalı heceyle diye bir gözümle ölçüp biçiyorum
diyerek bu konudaki hassasiyetini ortaya koyuyor.
Böyle bir titizlikle yazılmış
Gölgesizler’i okumadıysanız hiç beklemeyin hemen okuyun. Ve bir bakın
gölgenize. Gölgeniz var olduğunuzun kanıtıdır, eğer yoksanız gölgeniz de
yoktur, gölgesizsinizdir.