17 Mayıs 2017 Çarşamba

Romantika - Turgut ÖZAKMAN

2005 yılında “Şu Çılgın Türkler” kitabıyla büyük ses getiren Turgut ÖZAKMAN’ın pek bilinmeyen bir kitabı bu. Birkaç tanıtım yorumunu inceleyip öyle karar vermiştim okumaya.Kitap satış sayfalarının* yorumlarını okuyunca ne müthiş bir kitap beni bekliyor demiştim.Bazı yorumlarda yüzyılın aşk hikayesi gibi yansıtılmıştı.Hatta Turgut ÖZAKMAN’ın Şu Çılgın Türkler kitabıyla değil de Romantika’yla özdeşleşmesi gerektiğini anlatan bir yorum bile vardı.

Maalesef okuyunca hayal kırıklığına uğradım. Konu ilgi çekici ama anlatım tarzı içime işleyecek kadar etkileyici değil.Evet dili yalın,çarçabuk okunup bitirilecek bir kitap.Ama benim ölçütüm kitabın iki günde bitirilecek kadar sade bir dille anlatılması değil.

Kitapta; üniversitedeki görevinden istifa edip  kırtasiye dükkanı açan (sonra da yayınevi işine girecektir) Doğan Hoca’nın eski öğrencisi Arzu’yla yaşadığı aşk hikayesi anlatılıyor. Olayları Doğan Hoca’nın kızı Şirin’in, babasının yazdığı notları bulmasıyla öğreniyoruz.

Doğan Hoca da Arzu da evlidir.İkisi de evliliklerinde mutlu değildir ama şartlar gereği ayrılamazlar da.Doğan Hoca ve Arzu, kimi zaman sadece telefonda seslerini duyarak,kimi zaman mektuplaşarak,ayda yılda bir buluşarak,kimi zaman da sadece pencereden birbirlerine bakarak (burada sanat tarihine damga vurmuş nü resimleri de öğrenmiş oluyoruz)** geçirirler yıllarını.

İşin garip tarafı da ne birbirlerini bırakmaya güçleri yeter ne de eşlerinden ayrılmaya. Kitabı, tamam şimdi kavuştular,yok yok şimdi ayrılacaklar diyerek okudum.Sonlarının ne olduğunu ise okumak isteyenlerin hevesi kaçmasın diye söylemeyeceğim.

Canınız sıkıldığında, şöyle hafif bir kitap olsa da okusam derseniz ya da tatilde şezlonga uzanıp, güneşin altında sıkılmak yerine hiç olmazsa bir kitap okuyayım diye düşünürseniz buyurun size Romantika.

Bir arkadaşım seni etkilemeyen kitapların yorumunu yapma demişti ama hani bir gün elinize geçer de okumak isterseniz, kitap hakkında biraz bilginiz olsun istedim.

Şimdi beni tatmin edeceğine inandığım, özellikle Türkçesine güvendiğim ama öyle şezlongda güneşin altında okunmayacak bir yazarın kitabıyla baş başayım.
Bu kez bir değişiklik yapıp kitaptan alıntı sözlerle yorumumu da bitiriyorum.

Biz (60’lılar) hiç olmazsa sevişmeyi biliyorduk, 70’liler savaşmayı. 80’liler bir tuhaf. Galiba ne savaşmayı biliyorlar ne de sevişmeyi.”

“Yurdu yurt yapan, taş toprak değil,orada insanların yaşıyor olmasıdır.İnsansız yurt olmaz.O yüzden yurtseverliğin ilk şartının,insanlara,suçlu bile olsalar,insanca davranmak olduğunu sanıyorum.”

“Kurulu ve ulu düzeni değiştirebileceğimizi sanarak, sevimli içgüdülerimizin,kahramanca düşüncelerimizin peşine takılıp neler yapmıştık değil mi?Ama yalnız biz değiştik.Bir avuç insan.Kurulu ve ulu düzen sürüp gidiyor.Bir ölü denizde, gelip geçici keyifleri,küçük hazları,yapıntı sevinçleri birbirine ekleyerek yaşamaya çalışıyoruz.Hiç mutlu olmadık.”

“Herkesin hayatta bir mucize yaşamak hakkı olduğuna inanıyorum. Benim payıma düşen mucize de sensin.”

* :Kitap satışı yapan sayfaların yorumları maalesef her zaman gerçeği yansıtmıyor. Tek amaçlarının kitabı satmak olduğuna inanıyorum.Bu yüzden bir kitapla ilgili yorum okuyacaksanız bu gerçek okurların blog yorumları olmalı bence. 😄


**:Danae,Kutsal Aşk, Yıkanan Diana'nin Dinlenisi, Beyaz Köle,Rokeby Venüsu,Ciplak Maya, Venüs, Baş Odalık, Çeşme ve Dinlenen Genç Kız...Eserlerin ve yazarların adlarını hikayenin içinde, resimleri ise kitabın sonunda görüyoruz.

10 Mayıs 2017 Çarşamba

Osman İkinci Kitap:Savaş - Beyazıt AKMAN

Birinci kitapta çocukluğunu ve gençliğini yakından tanıdığımız Osman,artık içindeki ateşi dizginlemeyi öğrenmiş ve olgunlaşmıştır. Anadolu’ nun kuzeybatısında sıkışmış,doğudan Moğollar,batıdan tekfurlar tarafından saldırılara uğrayan küçük bir Türk boyunun, altı asırlık bir imparatorluğa dönüşmesine yol açacak Osman Bey’ dir o artık.
           
            Yazarımız birinci kitapta olduğu gibi yine Marco Polo,Mihal Kosses ve Yunus Emre’ nin gözünden anlatmaya devam etmiş Osman’ ı.
           
            Birinci kitaba nazaran daha aksiyon dolu,daha heyecanla okunan bir kitap olmuş. Akman’ın 4 yıllık bir araştırma sonucunda yazdığı kitabında; Türklerin örf ve adetleri,günlük yaşantıları,okçuluk,yağlı güreş,şövalyelik,Hristiyanlık ile ilgili bilgiler,Bizans İmparatorluğu’ nun devlet yönetimi (batının iki yüzlü devlet politikası kavramının altını kalın çizgilerle çizmiş yine yazarımız), devlet olabilmekle ilgili her devirde geçerli öğütler yer alıyor.Akman yine doğu-batı çatışmasını kitabın kalbine yerleştirmiş.
           
            Tekfurlara karşı birlik olunması gerektiğini anlayan Osman,Anadolu’ daki beylikleri bir araya getirme çalışmalarına başlar.Bu arada Sakarya Nehri’ni geçebilmek için Beştaş Tekkesi’ nden yardım ister.Bu bölümde biraz mistisizm bolca da kurgu girmiş işin içine. Tekke’ nin şeyhi sayesinde (şeyhin kadın olması ayrıca cezbetti beni), bir anda geçmişe gider Osman. Daha doğrusu geçmiş gözlerinin önünde belirir.Yıkılan binalar,yok olan medeniyetler görür önce.Sonra gelecek beliriverir gözlerinin önünde.Yine yıkılan şehirler,küllerinden doğan medeniyetler beliriverir.Bu bölüm tarihsel bir romanın yapısına aykırı gibi görünebilecekken, ustalıkla işlenmiş ve kitabın içinden ayıramayacağımız bir parça olmuş.Ben bu bölümde dünyanın gelip geçici olduğu duygusunu iliklerime kadar hissetmişken yazarın asıl söylemek istediği meğer başkaymış.
             
            “ Sonra daha yüksekte,çok daha uzakta,dağın yamacında duran üç kişiyi işaret etti.Bunlar da senin bayrağını yerden kaldırıp tekrar taşıyacak olanlar,dedi.Adnan,Turgut ve en üsteki de Recep.”
            
             Yazarın bu sözlerine nasıl bir anlam yüklemem gerektiğini bilemedim.Adnan Turgut ve Recep…Bu isimlerle kimleri kastettiğini anlamamak mümkün değil zaten.Ama neden onlar?Ya da neden sadece onlar?
            
             Bayrağın yere düşmesi imparatorluğun çöküşü mü, Osmanlı kültürünün çöküşü mü?Bayrağın yere düşmesi imparatorluğun çöküşüyse eğer,bayrağı devralan,imparatorluğun yerine kurulan devletin kurucusu değil midir?
            Ya da bayrağın devralınması bahsi geçen kişilerin Osmanlı ile ilgili iade-i itibar çalışmaları mı?
            Menderes sayesinde II.Abdulhamit’in eşi ve kızının ülkeye dönebilmesi, Erdoğan ile birlikte de fetih kutlamalarına verilen önem ve Kut’ül Amare zaferinin kutlanması mı bayrağın yerden kaldırılması? Peki ya Çanakkale Zaferi, ya Kurtuluş Savaşı? Neyse bu konuda daha fazla yorum yapmak istemiyorum.Osmanlıyı yok saymakla Cumhuriyet’in ilk elli yılını yok saymanın aynı ölçüde yanlış olduğu elbet zamanla anlaşılır.Su akar yolunu bulur.Biz kitaba dönelim.

           Kitabın son kısmı aynı zamanda İmparatorluk:Osmanlı Klasik Çağ Üçlemesi’nin* de son kitabı etkileyici bir şekilde sunuluyor.
            Anadolu’ nun kuzeybatısında sıkışıp kalan o küçük Türk boyunun üzerine Bizans İmparatorluğu’ nun tüm gücüyle saldırdığı Bafeus Muharebesi’ne şahit oluyoruz.Savaş alanında yaşananları da yazarın savaş sahnelerindeki o müthiş anlatımıyla yüreğimiz ağzımızda okuyoruz.1302 yılındaki bu Osmanlı ile Bizans’ın ilk savaşı sonucunda da Halil İnalcık’ ın da belirttiği gibi 16.Türk Devleti resmen kurulmuş oluyor.
           
           Akademisyen Beyazıt’ ın müzeden çıkmasıyla birlikte de kitabın son sayfalarına doğru ilerliyoruz.Doğu-batı çatışmasından beslenen yazarımızın Iphone marka telefonundaki Ankara numaralı çağrıyı görmesiyle de kitabı noktaladığımızı düşünüyoruz.
             
          Tam kitap bitti derken bu kez Ben Beyazıt bölümüyle yazarımız ortaya çıkıyor ve kitabı okurken aklımıza takılabilecek olası sorulara cevap veriyor.Kitapta kurguymuş gibi gelen yerlerin aslında gerçek olduğunu da anlatıyor bize.Günümüz Osmanlı algısına( Osmanlıyı haremden ibaret görme) da haklı dokundurmalarda bulunuyor.

            Yazarın siyasi fikirlerini gözüme gözüme sokma çabasına rağmen heyecanla okuduğum ve hakkını yiyemeyeceğim ölçüde emek verilmiş bu kitabı ön yargısız okuyabilecek herkese tavsiye ediyorum.
Ama kitabın en önemli, hani seni en çok etkileyen bölümü neresiydi,kimdi senin en yakınına düşen diye sorarsanız,

            Derim ki:
            Ne dört nala koşan atının üstündeyken dönüp, hasmına tam on ikiden ok atabilen,sözünün eri olduğu düşmanlarınca bile bilinen,Dünya’ya altı asır hükmedecek olan koca bir imparatorluğun kurucusu Osman,ne dünyayı dolaşıp türlü maceralara gark olan Marco Polo,ne de kılıcındaki “adalet için” sözünü yaşamının yarısından sonra anlayan Mihal Kosses...

            Bir tek Yunus olmaya öykündüm ben.Bir tek Yunus yüreğimin sıkışmasına neden olabildi.
Dört kitabın manisi bir uzun hece imiş, o da aşk imiş.Aşk ve sevgiyi söylemeye geldim.Ben de bir zaman okudum,dört kitabın manasını okudum,tahsil ettim,çok medreselerde ibadet ettim.Sonra okuduklarımı unuttum.unuttum ki tekrar kendimi bileyim.Okumaktan murat nedir?Hakk’ı bilmektir.Dört kitabın manisi bellidir bir elifte,sen elifi bilmezsen bu nasıl okumaktır?Bu yüzden ben de derim ki,ne elif okudum ne cim.Asıl kelam varlıktadır. Kainatın sırrı insandadır.

En çok Yunus’un sözleri dokundu kalbime.İmparatorluklar yıkılır,şehirler yok olur ama kainatın sırrı baki kalır.Sırra ermek,kendini bilenlerden olmak ümidiyle okumaya devam…



*İmparatorluk:Osmanlı Klasik Çağ Üçlemesi
Birinci kitap:Dünyanın İlk Günü
İkinci Kitap:Son Sefarad
Üçüncü Kitap: Osman (İki cilt halinde yayımlandı.Birinci cilt Aşk, ikinci cilt Savaş.)