Bundan iki ay kadar önce,kitap fuarı var diye gidip,bomboş
alanı görünce hayal kırıklığına uğramıştım.Ailece gezmekten en çok
hoşlandığımız yer kitap fuarlarıdır çünkü.Üzgün bir şekilde boş fuar alanından
çıkarken karşıdaki kütüphaneye gözüm takıldı.Ben, bunca zaman buradaki
kütüphaneyi nasıl görmemişim diye ayrıca üzüldüm.
İçeriye
girdiğimde bir an 15 yıl öncesine gittim.Beni bir kitap fuarına gitmekten daha
mutlu edecek bir şey varsa o da kütüphaneye gitmektir.Ama haksızlık olmasın
sahafların da yeri ayrı.Her neyse…Kitapların arasında ağzım kulaklarımda
gezerken gördüm Kumral Ada Mavi Tuna’ yı. Çok eskilerden bir dostu görmüş gibi
oldum bir an.
Her okuyucu
için sevdiği yazarın kitapları arasında en iyisi diyebileceği bir eser vardır
muhakkak.Benim gözümde de Buket Uzuner’ in en iyi kitabı Kumral Ada Mavi
Tuna’dır.
Bir insanın
iç savaşıyla bir ülkenin iç savaşının iç içe geçiş öyküsüdür
kitap.Birbirlerinin sevgilisi hariç her şeyi olabilen iki insanın hikayesidir.
Kitabı
bitirdikten sonra,ilk okuduğumda olduğu gibi yine aynı sorular takıldı aklıma.Bir insanın
en fazla nesi olabilirsiniz?Arkadaşı,dostu,sırdaşı,aşkı,eşi…Hangisi olursanız daha yakını olursunuz?Birbirinin en yakını
olabilmek için illa aşık mı olmak gerekir?Peki ya aşkın kaç hali vardır?Ve hangi
hali daha çok aşktır?Sanırım bu soruların kesin bir cevabı yok.Ya da dünyadaki
insan sayısı kadar farklı cevabı var.
Tuna ve Ada
da birbirlerine çok farklı bir bağla bağlanmışlardır.Ada Tuna’nın abisine aşıktır.Tuna ise Ada’ya…Çok
klasik,buram buram yeşilçam filmi kokuyor gibi gelebilir size.Yazarımız bu
klasik görünen hikayeyi öyle betimlemeler öyle analizlerle bezemiş ki insan
denen dipsiz kuyunun derinliklerinde dolaşan bir eserle karşılaştığınızı
anlıyorsunuz.
Kitapta
birden fazla aşk hikayesi,birden fazla hayat var ama hepsi Ada ve Tuna’ nın
gerisinde kalıyor. Çünkü anlatıcı Tuna. Daha doğrusu yazar olayları bazı
kısımlarda (çoğunlukla da diyebiliriz) Tuna’ nın ağzından,bazı kısımlarda üçüncü
kişi olarak anlatmış. Sonlarda ise her karakter bize özet geçiyor kendi
yaşantısını.
Kitap 1997
yılında yazılmış.19 senede Türkiye’de birçok şeyin değiştiğini ,küçük bahçeli
evlerin yerini yüksek binaların aldığını,insanların,arabaların çoğaldığını yani görüntünün değiştiğini ama
şu içimizdeki savaşın hiç değişmeden günümüze kadar geldiğini acı içinde fark
ettiriyor yazar. Tuna’ nın yaşadığı bu karabasan hiç de bitecek gibi görünmüyor
ülke siyasetine bakıldığında.
Kitapta çok
beğendiğim bir sözü de aktarmadan geçmek istemiyorum.Kitaptaki karakterlerin
fotoğrafçılık üzerine sohbet ettikleri bir akşam Ada diyor ki;
“Steinbeck fotoğrafçı olsaydı Dorothae Lange,Sait Faik ve/ya
Sabahattin Ali fotoğrafçı olsaydı Ara Güler olacaklardı.”
( Ne
diyelim,duygularımızın,dünyamızın neyle anlatıldığının bir önemi yok.İnsan
anlatmaya meylettikten sonra kalem,deklanşör,fırça ya da bir mermer parçası
fark etmiyor.)
Bu kitabı
tamamıyla beğenmemiş olsaydım bile sırf bu cümle için okuduğuma pişman
olmazdım.Kaldı ki,Ada-Tuna-Aras üçgenini,dönemin ünlü sinema çiftini,şair Doğan
Gökay’ın insanı cezbeden yapısını,oğlunu kaybetmiş bir annenin acısını,Meriç’in
sessiz ama derinden ilerlemesini,Tuna’nın akli dengesini yitirecek kadar
hassaslaşmasına neden olan olayları okuyup pişman olmak mümkün değil.
Bu kitabı
muhakkak okuyun ve bu dünyadan gitmeden birilerinin en yakını olun bence.