17 Kasım 2024 Pazar

Sonra Gözler Görür - Hikmet Hükümenoğlu


 

Yazardan okuduğum dördüncü kitap. Bir yazarın birden fazla kitabını okuduysam onu kafamda bir kalıba soktuğumu fark ettim. Kafamda bir kalıp olunca da objektifliği kaybediyorum. Yazara da haksızlık yapıyorum bazen. Hükümenoğlu da kafamda bir kalıba sahip.

Duyguları çok iyi analiz eden, kurguyu iyi ayarlayan ve imla hatası yapmayan, cümle yapısını beğendiğim bir yazar. Bu kalıplarla kitabı okumaya başladım ve aslında türünü bildiğim halde polisiye tarzda bir roman karşıma çıkınca ilk sayfalarda duraksadım. Sadece kafamdaki kalıp yüzünden değil. Peki neden? Çünkü biz alışmışız yerli polisiyeyi tek bir kalemden okumaya. Bu arada o yazarın da son kitabını aldım. Kendisini de severek okurum ama sanki polisiye tek bir yazarın tekelindeymiş gibi benimsemişim. Farklı bir yazardan polisiye okuyunca önce yadırgadım.

Ama bu kitapta biraz ilerleyince anladım ki duyguları bu kadar iyi analiz eden, kurgu hatası yapmayan bir yazar tabii ki polisiyede de başarılı olacaktır. Kısacası bu kitaptan sonra benim için Türk polisiye yazarı artık tek bir kişi değil. Hükümenoğlu iyi bir polisiye yazarıdır.

500 sayfalık kitabı iştahla okudum. Konusuna gelirsek:

Çocukluğunu yaşadığı kente sevgilisi için dönen gazeteci Ezgi’nin bir anda kendini cinayetler ve ilişkiler yumağının içinde bulması anlatılıyor. Yazar Yenikent diye bir şehir kurgulamış. İstanbul’dan uzakta küçük ama gelişmekte olan bir şehir.  İşin içine şehirdeki belediye seçimleri, köklü bir ailenin geçmişindeki sırlar ve geçmişte yaşanan talihsiz olaylar da girince karmaşa da merak da artıyor. Katilin kim olduğunu sonlara doğru anca tahmin edebiliyorsunuz. Kısacası ben kitabı beğendim ve diyorum ki;

Çevrenizde sürekli sizi dinleyen, yardımınıza koşan biri varsa lütfen durun ve ona “Nasılsın?” diye sorun. Kitabı okuyunca ne demek istediğimi de anlayacaksınız. İyi okumalar.

Şimdi elimde iki kitap var. Biri yine Hükümenoğlu’na ait. Yazarın tüm kitaplarını okumadan rahat edemeyeceğim. Diğeri adını hep duyduğum ama bir türlü okuma sırası gelmeyen bir kitap. İkisini birden mi okusam acaba?

 Not: Sonra Gözler Görür kitabında birkaç yerde imla hatası vardı. Umarım ikinci baskısında düzeltilir.

 

2 Kasım 2024 Cumartesi

Kuru Kız - Ayfer Tunç

 


Sadece uzun boyu ve zayıf bedeni yüzünden kuru kız değil, sadece evlenmediği için de kuru kız değil. Tüm hayatı kuru onun. Ve Kuru Kız kuru olmayan yeni bir hayata başlamak için dünyanın sonuna gidiyor. Dünyanın sonu, Ushuaia.

Aaa şimdi hikâyenin sonunu niye söyledin demeyin çünkü yolun başında anlatıyor yazar. Peki Kuru Kız dünyanın sonuna nasıl gidiyor?

Önce annesini sonra babasını ve kardeşini kaybedip yapayalnız kaldığı bu hayatı tersine çevirmeyi nasıl başarıyor?  Kitap boyunca bu merak hiç peşinizi bırakmıyor.

Yaşadığı çevreye, annesinin ölmesine, okula devam edememesine, sadece babasına ve kardeşine bakmak için var olmuş gibi görünmesine rağmen dünyayı algılayışı çok farklı Kuru Kız’ın. Herkesin alık bir kız olarak gördüğü Kuru Kız aslında dışarıdan saf diye nitelendirdiğimiz insanların aslında öyle olmayabileceğini gösteriyor.

“ Anne babasından ve kendini bildi bileli yaşadığı ortamdan öğrendiği Allah ile kendi kafasındaki tanrıyı bağdaştırmaktan yıllar önce vazgeçmişti.

Allah’a ibadet etmek için oruç tutardı, kendi tanrısıyla konuşurdu.”

Herkesin saf, biraz da alık bir kız olarak gördüğü Kuru Kız’ın hayatına akıllı telefonun girmesiyle işler değişiyor. Demek internet, doğru kullanıldığında insanın hayatına sihirli bir dokunuş yapabiliyor. Kuru Kız bu sihirli dokunuşla hayatını bambaşka bir yöne çeviriyor. Hayatını değiştirmek istemekle hiç de haksız değil. Çünkü çevresindeki tüm “iyi” insanlar iyilik adı altında Kuru Kız’ın hayatına müdahil olmaya çalışıyorlar. Ondan yararlanmak istiyorlar ya da onun hayatına bakıp kendi hayatlarının mükemmelliğine seviniyorlar. Tüm bunlarla mücadele eden Kuru Kız 40 yıl sonra üzerindeki ölü toprağını atıyor. Artık sadece kendi için yaşamaya karar veriyor.

Edebi yüklerden arınmış, basit cümlelerle yazılmış, bir çırpıda okunabilecek ama günlerce etkisinde kalacağınız bir kitap. En azından bende öyle oldu. Okurken kitabın dilini belki biraz fazla sade buldum ama kitabı bitireli birkaç hafta olmasına rağmen aklımın bir köşesinde dünyanın sonuna giden ve orada mutlu bir hayat süren kuru değil, uzun ve zarif bir kız var.

 

8 Ekim 2024 Salı

Kar Kuyusu - Hikmet Hükümenoğlu

 


Hikmet Hükümenoğlu’nu sondan okumaya başladım. Kar Kuyusu yazarın ilk kitabı ama ben önceliği önce Körburun’a sonra Harika Bir Hayat kitabına verdim. İlk kitaplar beni bazen tedirgin eder. Çünkü yazara dair önyargı oluşturmama neden olabiliyor bazen. Ama Hükümenoğlu’nun bu kitabı asla ilk kitap gibi değil.  Okurken ne gereksiz bir sözcük ne lafı dolandırma ne de yersiz bir betimleme var.  Ama kitabın kapağına ufak bir “gerilim” ifadesi eklenebilirmiş.

Boşanmış bir kadın olan Nur, babasından kalan dükkanı işletmeye karar verir. Kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan bir kadının duygusal iniş çıkışlarını okuyacağımızı düşünürken, bir gece Nur’un sokakta yanında bir köpekle dolaşan bir adamla karşılaşmasıyla olaylar gerilim romanına döner.

Üst komşu Melike Hanım’ın da garip tavırlarından şüphelenen Nur’un aklına gelmeyenler başına gelecektir. Bu kitapta yazar hiçbir insanın göründüğü gibi olmadığını, bazı insanların merhametsizliğini iliklerimize kadar işliyor. Ayrıca aile ilişkilerinin öneminin de altını çiziyor. Nur,Melike Hanım, Nuri ve Tibet’in yaşantılarına bakınca, aile hayatının insanlar üzerinde ne kadar etkili olduğunu bir kez daha anlıyoruz. İyi bir aileye sahip olmak galiba bu hayattaki en büyük şans.

Detay vermeyeyim ama kitapta bahsedilen hastalıkla ilgili bir dizi de var. Bu konu benim de çok ilgimi çekmişti. Kitapta denk gelince ayrı bir dikkatle okudum. Özellike son sayfalara doğru hikayenin hızı da gerilimi de arttı. Olaylar hızlandıkça siz de hızlanıp neler olduğunu bir an önce öğrenmek istiyorsunuz. 

Kitabın adı da konuya çok yakışmış. Bazı aileler maalesef kör bir kuyu gibi. Üstelik üzeri karla kaplı olduğu için dışarıya ses de gelmiyor. İçeride neler döndüğünü sadece yaşayanlar biliyor. Belki çok sert gelecek ama bu insanların çoğalmaması, aile kurmaması lazım. Zaten bence aile olabilmek, çocuk sahibi olmak bu kadar kolay olmamalı. Sadece anne ve babanın iyi anlaşması da yetmez. Dünyaya bir çocuk getirdiğinizde onu sadece fiziksel olarak değil psikolojik olarak da beslemek zorundasınız. Son zamanlarda yaşananlar da bu söylediklerimi doğruluyor. Kitapta Nur'un anne ve babası arasındaki ilişki her ne kadar iyi görünse de özellikle "baba"nın tavırları direkt psikolojik şiddet benim için. Bu tarz ailelerde büyüyünce de Nur gibi önünü arkasını düşünmeden hareket edebilir insan. Yazarın aile ilişkilerini çok yerinde örneklerle anlattığını düşünüyorum. 

Ayrıca okuduğum üç kitabında da yer alan “kitapçı” detayını da çok beğendim. Bunu İhsan Oktay da yapıyor. Hikmet Hükümenoğlu da kitapların tam en can alıcı yerinde birden beliriyor ve bir kitapçı olarak karşımıza çıkıyor. Yani en azından benim için kitapçı yazarın kendisi. Yazarın kitaplarını okuyanlar da acaba benim gibi mi düşünüyor merak ediyorum. Okuduğum yorumlarda kimse bu detaya değinmemiş maalesef. 

Bu arada bir önceki yazımda umarım yazar boş durmayıp kitap yazıyordur demiştim. Nasıl içten bir istekse benimki hemen gerçekleşti. Yazarın yeni bir kitabı çıktı. Mutlaka onu da alıp okuyacağım. Ama şimdi elimde yine daha önce okumadığım bir yazar olan Ayfer Tunç var. Bakalım Kuru Kız beni mutlu edecek mi?



 Hemen bu kitabı da alıp okumam gerek. :)

29 Eylül 2024 Pazar

Harika Bir Hayat - Hikmet Hükümenoğlu


 

Yazardan okuduğum ilk kitap Körburun’du. Bu okuduğum ikinci kitabı. Bu kitabı köy yolunda arabada bitirmiştim. Yol, okuma hızımı arttırdı diye düşünmüştüm. Sonra blogda paylaşmak için tekrar göz gezdireyim dedim ama bir baktım kitabı tekrar bitirmişim. İkinci kez de zaman zaman kızarak, bazen üzülerek ama heyecanımı hiç yitirmeden okudum kitabı.

Kitabı bitirdiğimde ilk işim Google’a Harika Kara yazmak oldu. Yazar Harika’ya adeta bir ruh üflemiş. Gerçek bir insan olduğundan bir an olsun şüphe etmiyorsunuz. 1919 yılında başlayıp 1960’larda biten kitabın arka planında anlatılanlar da bu gerçekliği destekliyor. Benim en çok hoşuma giden şey de Türk Edebiyatı’nda çok sevdiğim isimleri görmek oldu. Zaten Nazım Hikmet, Halide Edip, Hececiler gibi isimleri görünce benim gönlümün yayları gevşiyor hemen.

Harika’nın hayatının etrafında geçen olayları Türkiye’nin bir panoraması olarak düşünebiliriz. Bir nevi dönem romanı okuyoruz aslında. Ama ben Harika’ya odaklanmayı tercih ettim. Özellikle annesiyle olan ilişkisine. Melek Hanım’a öyle kızdım öyle kızdım ki… Elindeki cevherin farkına varamamış daha da kötüsü belki de farkına vardığı için Harika’nın harika bir hayatı olmasının önünde bir set gibi durmuş. Kitaplarda da hayatta da genelde insanların davranışlarında bir sebep aramadan yargılamam. Belki benim göremediğim bir sebep vardır diye aklımın bir köşesinden geçiririm hep. Ama Melek Hanım’ın davranışlarının bir açıklaması yok. Üstelik bir kız annesi olarak onu bir kaşık suda boğmak istedim. Bir anne olarak belki de en önemli görevimiz çocuğumuzun yeteneklerini ortaya çıkarmak bence. Hele Harika gibi harika bir evladınız varsa. Belki de Melek Hanım Harika’nın yeteneklerinin kendisinde olmamasını bir türlü hazmedemedi. Bu yüzden de ona hayatı zehretmek için elinden geleni yaptı.

Harika’nın yolculuğunda Beyoğlu’nun pastaneleri,tiyatroları, sokakları eşlik ediyor bize. Ayrıca döneminin oldukça ilerisinde bir kadın olan Harika’nın bildiği diller, matematik zekası, yazdığı şiirlerle insanları etki altına alması, tiyatro yeteneği okurken hayret ettiriyor ama asla yok artık bu kadar da olmaz demiyorsunuz. Hatta yoğun duyguları yüzünden nesneleri nasıl etkilediğini okuduğunuzda bile gerçeklik algınızı yitirmiyorsunuz. Neden peki? Çünkü yazar bir karakter değil bir insan yaratmış.

Abarttığımı mı düşünüyorsunuz? O halde kitabı okuyun.

Açık söylemek gerekirse ben yazardan çok etkilendim. Şimdi de Kar Kuyusu kitabını okuyorum. Umarım yazar şu an boş durmuyor ve kitap yazıyordur. Ben yazdığı tüm kitapları bitirince yeni bir kitap yazmış olsun istiyorum.

 

19 Ağustos 2024 Pazartesi

Beni Gözünüzde Büyütmeyin- Gülse Birsel

 



Sema Soykan’ın iki kitabı arasına sıkıştırdığım kitap Gülse Birsel’in Beni Gözünüzde Büyütmeyin kitabı.O öyle dese de büyütüyorum valla. Öncelikle şunu söyleyeyim bu yorum asla objektif değildir. Taraflı yazılmıştır. Çünkü ben bir Gülse Birsel hayranıyım.O ne yazsa okurum, ne yapsa izlerim. Bu arada Aile Arasında 2’yi yazıyormuş iki gözümün çiçeği.

Gülse Birsel tutkum Avrupa Yakası ile başladı. Ondan önce G.A.G vardı ama orada henüz fanatikleşmemiştim. Avrupa Yakası’nı ise kaç defa izlediğimi hatırlamıyorum bile. Hala mutfakta yemek yaparken ya da gece canım çok sıkılmışsa açarım bir bölüm izlerim. Benim ikinci terapi yöntemimdir. Birincisi hala Çalıkuşu.

Gülse Birsel kitabında 2-3 saatlik bir stand-up gösterisi yapmış aslında. Öyle de güzel noktalara temas etmiş ki… Bazı yerlerde “aaa hakikaten ya gerçekten de öyle…” dedim durdum.Bizim gözümüzün önünde duran şeyleri göstermiş aslında. Kendi ailesinden,küçüklüğünden bahsetmiş, yaşadığı komik ve rezil anları da yazmış.

Boomer’lık, arabesk rap,pedagoji, içerik üretme,moda gibi birçok konuyu kendi tarzında yorumlamış.Çok da komik yazmış. Çünkü kadın komedyen.

Hep ağzım kulaklarımda okudum. Bir gevşeme bir sırıtma halleri… Vesselam çalışkan, komik, başarılı, fıstık gibi de kadın. Yazdıkları da bir çırpıda okunuyor.

Ha bir de dizi yazmış. Hem Aile Arasında 2’yi hem diziyi çok merak ettim. Sabırsızlıkla bekliyorum. Öyle gezip tozacağına çabuk bitirse bari. :)

Birkaç alıntı yapayım da içerikle ilgili de biraz fikriniz olsun. Zira yazarın yazdıklarından çok kendi hislerimi yazdım yine.

“Herhangi bir şey “gayet güzel”se bilin ki pek güzel değildir, “gayet iyi”yse çok iyi değildir. “Gayet”, “öldürmeyecek kadar” demektir.

Ben bu yıl Oscar alsam, hem oyunculuk hem senaryo yazarlığından bak,iki tane birden!Çıkıp konuşma yapsam,iki elimde birer heykel.Desem ki, “Öncelikle babama teşekkür ediyorum, her şey onun sayesinde,thank you dad, kanatlarımın altındanki rüzgar sensin.” Benimki der ki, “Niye orada öyle eğik durdun?! Niye sırtını kambur yaptın konuşurken? Heykelleri bıraksaydın önündeki masaya, şöyle dik durup öyle konuşma yapsaydın. İşte içimde kalan bir ukte daha!” Yemin ediyorum.


9 Ağustos 2024 Cuma

Kilit Taşı- Sema Soykan

 


 

Sema Soykan’dan okuduğum ikinci kitap ile geldim. Bir yandan da yazarın diğer kitabı Keşke’ye başladım. Art arda aynı yazarı pek okumam demiştim. Bu kez bir değişiklik olsun diye başladım ama araya yine farklı bir kitap sıkıştırdım. O da sürpriz olsun.

Kilit Taşı revize edilmiş bir roman. Benim okuduğum baskısında eklenen yerler var. Kurguya dokunulmadan bazı bilgiler eklenmiş anladığım kadarıyla. Özellikle de kadınların yüzyıllar boyu verdiği mücadele konusunda bilgiler yer almış. Ayrıca dünyadaki farklı toplumların kadına bakış açısı, kadının toplumda nasıl zorluklar yaşadığı anlatılmış. Birçoğu zaten bildiğim şeylerdi ama bazı toplumların yaptıkları, okurken bile ürpertti beni. Kaldı ki o kadınlar benim okumaktan imtina ettiğim şeyleri yaşamışlar.

Yazar yaşadığımız şimdiki Türkiye ile İslam öncesi Türk toplumlarındaki kadının yeri algısını tekrar hatırlatmış. Sadece doğu toplumlarının değil batı toplumlarının da geçmişlerinde kadınlara bakış açılarında var olan kara lekeleri de ortaya koymuş. Yani kadın doğuda yeriliyor batıda övülüyor algısına girmemiş.

Kitabı, kadınlar arasında bir dayanışma kitabı olarak görmemizi istiyor yazar. Ben bu konuda biraz kararsız kaldım. Neden mi?

Kitapta birbirini seven iki aşık, başka bir kadının “haince” planları yüzünden ayrılıyorlar.Şimdi böyle haince planlar yapan kadınlar yok mu? Var. Yazar bunu es geçip hayalperest mi davranmalı? Hayır. Daha fazlasını yapan kadınlar da var. Peki o zaman sorun ne diyeceksiniz. Tam bilmiyorum açıkçası. Ama kadın dayanışma merkezli bir kitapta “fettan” bir kadın karakteri, ismini koyamadığım duygulara sebep oldu bende. Arafta bıraktı beni. Yazarı aynı zamanda hem haklı buldum hem de yeri burası mıydı bunun dedim.

Şimdi kitabın konusunu kısaca yazacak olursam:

Anne ve babasını bir kazada kaybeden Avukat Nil’in, ailesine ait geçmişi öğrenmek için gittiği Mardin’de ondan yardım isteyen bir aşiret liderinin karısı ve kızının kaçmasına yardım etmesi, onların kendi geçmişiyle bağlantısı, bu arada çok sevdiği adamla gururu yüzünden ayrı düşmesi diyebiliriz.

Bu aşiret olayında da taşlar tam yerine oturmadı mı desem, fazla kolay oldu mu desem bilemedim.

Ama kitap akıyor. Yazarın dili size kaç sayfa okuduğunuzu unutturuyor. Yani çok kısa sürede bitirdim kitabı. (Tabii bunda kitabı okurken köyde olmam ve interneti kullanmamamın da katkısı var. Ah bu internet ne kadar vakit alıyormuş meğer.)

Neyse ben kitabı beğendim size de tavsiye ederim. Özellikle şu eril dünyada, siyasetten sanata testosterondan boğulacağımız toplumumuzda kadın yazarlara öncelik verilim.

Bak ben hemen diğer kitabına da başladım. Ayrıca araya sıkıştırdım dediğim kitap da yine bir kadın yazarın. Kadın yazarları okuyalım, okutalım. Bari edebiyat dünyası şu erillikten arınsın biraz.

13 Nisan 2024 Cumartesi

Adsız Roman- Sema Soykan

 

Uzun zaman önce okuduğum ama hakkındaki düşüncelerimi bir türlü yazamadığım bir kitapla geldim. Kitabı sevdiğim bir arkadaşın tavsiyesi üzerine okudum. Yazarın okuduğum ilk kitabı. Çokça emek verildiğine inandığım bir kitap olmuş.

Kitap iki hikâyenin sarmal bir yapıyla anlatılmasından oluşuyor. Annesi ve babası bir intikam yüzünden öldürülen Neri’yi korumak için dedesi yurt dışına gönderir. Neri’nin yıllar sonra İstanbul’a gelmesi ve ailesine ait antika bir vazoyu almasıyla da olaylar başlar. Vazodan Neri’nin anneannesinin yazdığı roman sayfaları çıkar.

Bundan sonraki kısımlarda bir yandan Neri’nin, ailesiyle ilgili gerçekleri ortaya çıkarmaya çalışmasına bir yandan ise çok ama çok geriye 1864 yılında yaşananlara tanıklık ederiz.

1864 Çerkes sürgünü ve soykırımı. Yazarın tüm çıplaklığıyla dehşet yıllarını önümüze serdiği, bu kadar vahşet nasıl mümkün olabilir dediğimiz, insanlığın bittiği olaylar… Yazar soykırımı anlatırken Çerkes kültürünü, tarihini, o dönemin dünya siyasetini de anlatıyor. Kullanılan isimler, konuşma şekilleri, töreler o kadar yerli yerinde ki, yazarın ne kadar emek verdiğini anlayabiliyorsunuz.

Deniz kenarında yedi yıl boyunca atılmış insan kemikleri vardı. Kargalar erkek sakallarından ve kadın saçlarından yuvalarını kurarlardı. Deniz yedi yıl boyunca karpuz gibi insan kafataslarını atıyordu. Benim orada gördüklerimi düşmanımın bile görmesini istemem.”

Bu satırlar nasıl bir vahşet yaşandığını gayet net bir şekilde anlatıyor zaten. Yazar bu vahşeti ne kadar gerçekçi anlatıyorsa tüm bu vahşetin içinde filizlenen bir aşkı da bir o kadar gerçekçi anlatıyor. Sürgün yıllarında yaşayan Janset ve Jankat’ın aşkı yanı başımızda yaşanıyormuş gibi sahici… Zaten aşk zamansız bir duygu değil mi? Yazan yüreğinde hissediyorsa yazdıklarını zamanın ötesinden gelen sesi bir nefes kadar yakın oluyor. Janset’in tüm kıskançlıklarını, aşk için bekleyişlerini, vazgeçişlerini, yüreğinin deli gibi çarpmasını onun yanındaymış gibi hissedebildim.

Sarmal bir yapıda dediğim kitabın diğer tarafında da Neri ve Aras var. Ailesiyle ilgili gizemi çözmeye çalışan Neri ile ona yardım eden Aras arasında da bir aşk filizlenir ve bu aşk Janset-Jankat aşkıyla paralel ilerler. Ama ben Neri ile Aras’ın aşkını yanı başımda hissetmedim açıkçası. Kitabın 1864 yılı kısmı ne kadar yakınsa günümüz kısmı bir o kadar uzak kaldı bana. Tabii kitabın büyüsünü bozacak şekilde bir uzaklık değil hissettiğim. Kitabın iki yanını birer kefeye koyduğumu farz edersek sürgün yılları daha ağır bastı diyelim.

Eğer Sema Soykan’ı daha önce okumadıysanız ve yeni yazarlara şans veriyorsanız( bu arada okumadığımız her yazar bizim için yeni yazardır) deneyin mutlaka.

Bu arada Sinemis Masalı’nı çok merak ettim. Bakalım siz de benim kadar merak edecek misiniz?

26 Şubat 2024 Pazartesi

Ankara, Mon Amour! - Şükran Yiğit

 

Ankara’ya bundan tam 22 yıl önce ilk kez gittiğimde beni gri bir şehir karşıladı. Hafif bir yağmur da yağıyordu. Eskişehir’den bir grup arkadaş trene atlayıp gitmiştik. Hayatımın en güzel yolculuklarından biriydi belki de. Ama tüm o neşemize rağmen Ankara’yı sevemedim. O yolculuktan 3 yıl sonra bu kez mesleğine başlamış ve üye olduğu sendikanın yaptıklarını henüz yargılamaya başlamamış, tüm düşünceleri kendi düşüncesi kadar art niyetsiz zanneden bir genç olarak gittiğimde de sevmedim Ankara’yı. Aylardan ekimdi ve inanılmaz soğuktu.

Tabii bir şehri sevmemek o şehirde geçen hikâyeleri sevmemeyi gerektirmiyor. Zaten öyle ön yargılarım da yok.  Ama yazarın bir önceki kitabı Burası Radyo Şarampol’ü Antalya’da geçtiği için ayrı sevmiştim. Daha doğrusu kitabı sevme nedenimi olayların geçtiği şehre bağlamıştım. Hatta karakterle kendimi özdeşleştirmiştim. Ne hikmetse bu kitabındaki karakteri de benimsedim. Demek ki olayın hikmeti yazarda. İki kitabında da geçmiş yılların Türkiyesinin anlatım tarzı insanı içine çekiyor. Çocukların gözünden dünyayı anlatmayı çok iyi biliyor yazar. Okurken siz de karakterle birlikte kah yedi kah on beş yaşına bürünebiliyorsunuz.  Ayrıca bence yazarın en büyük başarısı geçmiş yılları anlatırken toplum hafızasını iyi kullanmak.

“60’lı yılların sonları, Ankara… Süreyya’ya yapılan haksızlığın milletçe hepimizi elemden eleme gark edip, mahallemizin kadınlarının neredeyse toplu hezeyanlara kapılmasına, erkeklerin ise her gün sabah yedibuçuk ajansında Nasır’ın neler yaptığını dinleyip dinleyip yıllardır hasretini çektiğimiz liderin nihayet bulunduğuna inanmalarına beş var ya da beş geçiyor…”

“… Adyojolikandi ve İndira Gandi arasında hiçbir bağlantının olmadığının söylenmesinden duyduğum hayal kırıklığını bile düşünemez olmuşum…”

“Mahallede gazoz kapağı savaşları günde üç partiye çıkmış, köşedeki İtimat Bakkaliyesi’ne iki renkli misketler gelmiş…”

Sanırım bu cümleler yazarın bizi henüz çocukların sokaklarda doyasıya oynadığı zamanın tam ortasına tepeden bıraktığının ipuçları…

Peki ne anlatıyor kitap? İki küçük kızın arkadaşlığıyla başlayan kitapta imkânsız bir aşk beliriveriyor kapımızda. Suna, Emel, Gülay ve Ömer’in etrafında dönen hikâye hiç beklemediğimiz bir şekilde sona eriyor. Ama ben anlatılan aşktan ziyade Suna’nın ağzından anlatılan ilk bölümleri, hayatı bir çocuğun gözünden izlemeyi daha çok sevdim. Zaten sonraki her bölümü başka bir karakterden okuyoruz. Asıl konuşması gereken karakterin ne düşündüğünü, neden kendine böyle bir son hazırladığını ise hiç bilemeyeceğiz. Biraz yarım kalmış, sonları hızlı geçmiş bir hikâye gibi düşünülse de hayatın ta kendisi bence. Yaşanmak istenen çoğu şey yarım kalmıyor mu bizim için de? Ve hayat çağlayan bir nehir gibi hızla akıp gitmiyor mu ellerimizden?

Türkiye’nin 60’lı yıllarından başlayıp 2000’li yıllara kadar anlatılınca doğal olarak geçiş hızı daha da artıyor. Sonuçta bir dönem romanı değil. 60’lı, 80’li yılların tüm detaylarını, çalkantılarını okumayı beklerseniz hayal kırıklığına uğrarsınız. Ben sıcacık bir dille yazılmış, içinde çokça da hüzün barındıran bir hikâye olarak okudum. Sanırım yazarı benimsediğim için olumsuzlukları görmezden geldim. Yaş aldıkça daha mı hoşgörülü oluyorum yoksa bilemiyorum. 

Siz de sizi sarıp sarmalayan sonra da kalbinizde bir ağrıya yol açacak bir kitap arıyorsanız okuyabilirsiniz.