Alışılmışın dışında, tek bir ana kahramana bağlı olmayan, sonunda sahi şimdi bu kimin hikâyesiydi diyeceğimiz bir kitap Körburun.
Olayları kronolojik sıraya göre anlatmayan, geri dönüşler yaşatan, belirsiz sonları olan, kime ne olduğunu hemen söylemeyen, okura merak etme imkânı veren kitapları çok sevdiğim için Körburun’u da çok beğendim.
Bol karakterli ama karakterlere önemleri ölçüsünde yer verildiğini düşündüğüm kitapta mekân her ne kadar hayali olsa da kahramanlar gerçek.
Çevremizde de kötülüğü bir gömlek gibi üzerine giyen Hayriler, yanlış seçimler yüzünden tüm hayatının heba eden Meraller, gerçekler gözünün önünde öylece durduğu halde görmek istemeyen ve bu hayatta ne aradığını bilmeyen Seherler yok mu?
Kitap 1990’lı yıllarda başlıyor. Körburun’a atanan bir öğretmenin hikâyesini okuyacağımızı zannediyoruz önce, kaybolan Seher’le ilgili söylentilere de yer veriyor giriş bölümünde sonra 1960’lı yıllara dönüyoruz. Reyhan ve Meral çıkıyor karşımıza önce, sonra da tüm roman boyunca nefret edeceğim Hayri… Hayri her dönemin adamı,kendi çıkarı uğruna yapmayacağı şey olmayan,zengin ve güçlü olmanın hayaliyle yaşayan bir adam.
En sevdiğim karakter ise Hayri’nin annesi Neriman abla. Çocuk yaşta evlendirilince ruh sağlığını korumak için yazarın deyimiyle ruhunda bir pencere açmış ve o pencere farklı bir sese dönüşmüş. Hani karşımızdaki kişiye söylemek zorunda olduklarımızı söylerken bir yandan asıl söylemek istediklerimizi fısıldayan bir iç sesimiz olur ya, işte o ses Neriman ablada kendi sesiyle eş değer çıkıyor. Bir kişilik bölünmesinden çok toplumun bize söylettikleri ile asıl söyleyeceklerimizin aynı anda seslendirilmesi gibi. Mesela karşısındaki kişiye “buyur gel” derken yine yüksek sesle “geldi yine kör olasıca” deyip ardından “öyle şey denir mi kız ne ayıp” diyerek kendini azarlayabiliyor. Hâsılı eğlenceli bir karakter. Üstelik adada aklı başında tek insan bence. Dimitri Paşa ve köpeği Loki’ye yapılanları okuyunca siz de benim gibi düşüneceksiniz. 1964 Rum tehciri olayının Körburun’da nasıl vuku bulduğunu okurken içiniz cız edecek.
Kitap sadece Rum tehciri değil, 12 Eylül döneminden de izler taşıyor, ülkemizin 30 yıllık bir kısmını anlatıyor ama 60’lar, 90’lar, 2000’ler 2050’ler hiçbirinin diğerinden bir farkı olmadığını anlıyorsunuz. Her daim zorba olan güçlü, güçlü olan haklı, zayıf olan korkak, toplum balık hafızalı, insanlar bencil…
Bu kadar karamsarlık yeter demiş olacak ki yazar okura kitabın sonunda bir jest yapmış. Belki de bize acıdı bilemiyorum. Kötü bir son aklımızda kalmasın diye sonu yazdıktan sonra bir önceki bölüme dönmüş. Umut hep var demek istemiş belki de. Ya da karışık çerez tabağından çürümüş bir fıstık yedikten sonra ağzımız tatlansın diye şeker leblebiyi ağzınıza atmışsınız gibi…
Körburun yazarın okuduğum ilk kitabıydı. Her kitabında meydandaki garip sahaf ayrıntısı varmış. Sahaftaki adam yazardır belki de. Sırf bu ayrıntıyı tekrar okumak için bile diğer kitaplarını okurum.
Eğer yazarı daha önce okumadıysanız bir şans verin. 600 sayfalık kitabın bir çırpıda nasıl bittiğini anlamayacaksınız.