30 Haziran 2023 Cuma

Körburun - Hikmet Hükümenoğlu


 

         Alışılmışın dışında, tek bir ana kahramana bağlı olmayan, sonunda sahi şimdi bu kimin hikâyesiydi diyeceğimiz bir kitap Körburun.

Olayları kronolojik sıraya göre anlatmayan, geri dönüşler yaşatan, belirsiz sonları olan, kime ne olduğunu hemen söylemeyen, okura merak etme imkânı veren kitapları çok sevdiğim için Körburun’u da çok beğendim.

Bol karakterli ama karakterlere önemleri ölçüsünde yer verildiğini düşündüğüm kitapta mekân her ne kadar hayali olsa da kahramanlar gerçek.

Çevremizde de kötülüğü bir gömlek gibi üzerine giyen Hayriler, yanlış seçimler yüzünden tüm hayatının heba eden Meraller, gerçekler gözünün önünde öylece durduğu halde görmek istemeyen ve bu hayatta ne aradığını bilmeyen Seherler yok mu?

Kitap 1990’lı yıllarda başlıyor. Körburun’a atanan bir öğretmenin hikâyesini okuyacağımızı zannediyoruz önce, kaybolan Seher’le ilgili söylentilere de yer veriyor giriş bölümünde sonra 1960’lı yıllara dönüyoruz. Reyhan ve Meral çıkıyor karşımıza önce, sonra da tüm roman boyunca nefret edeceğim Hayri… Hayri her dönemin adamı,kendi çıkarı uğruna yapmayacağı şey olmayan,zengin ve güçlü olmanın hayaliyle yaşayan bir adam.

En sevdiğim karakter ise Hayri’nin annesi Neriman abla. Çocuk yaşta evlendirilince ruh sağlığını korumak için yazarın deyimiyle ruhunda bir pencere açmış ve o pencere farklı bir sese dönüşmüş. Hani karşımızdaki kişiye söylemek zorunda olduklarımızı söylerken bir yandan asıl söylemek istediklerimizi fısıldayan bir iç sesimiz olur ya, işte o ses Neriman ablada kendi sesiyle eş değer çıkıyor. Bir kişilik bölünmesinden çok toplumun bize söylettikleri ile asıl söyleyeceklerimizin aynı anda seslendirilmesi gibi. Mesela karşısındaki kişiye “buyur gel” derken yine yüksek sesle “geldi yine kör olasıca” deyip ardından “öyle şey denir mi kız ne ayıp” diyerek kendini azarlayabiliyor. Hâsılı eğlenceli bir karakter.  Üstelik adada aklı başında tek insan bence.  Dimitri Paşa ve köpeği Loki’ye yapılanları okuyunca siz de benim gibi düşüneceksiniz. 1964 Rum tehciri olayının Körburun’da nasıl vuku bulduğunu okurken içiniz cız edecek.

Kitap sadece Rum tehciri değil, 12 Eylül döneminden de izler taşıyor, ülkemizin 30 yıllık bir kısmını anlatıyor ama 60’lar, 90’lar, 2000’ler 2050’ler hiçbirinin diğerinden bir farkı olmadığını anlıyorsunuz. Her daim zorba olan güçlü, güçlü olan haklı, zayıf olan korkak, toplum balık hafızalı, insanlar bencil…  

Bu kadar karamsarlık yeter demiş olacak ki yazar okura kitabın sonunda bir jest yapmış. Belki de bize acıdı bilemiyorum. Kötü bir son aklımızda kalmasın diye sonu yazdıktan sonra bir önceki bölüme dönmüş. Umut hep var demek istemiş belki de. Ya da karışık çerez tabağından çürümüş bir fıstık yedikten sonra ağzımız tatlansın diye şeker leblebiyi ağzınıza atmışsınız gibi…

Körburun yazarın okuduğum ilk kitabıydı. Her kitabında meydandaki garip sahaf ayrıntısı varmış. Sahaftaki adam yazardır belki de. Sırf bu ayrıntıyı tekrar okumak için bile diğer kitaplarını okurum.

Eğer yazarı daha önce okumadıysanız bir şans verin. 600 sayfalık kitabın bir çırpıda nasıl bittiğini anlamayacaksınız.


7 Haziran 2023 Çarşamba

Burası Radyo Şarampol - Şükran Yiğit

 


    Uzun zamandan beri beni çok etkileyen bir kitap çıkmıyordu karşıma. Güvercin romanından sonra okuduğum kitapların yorumunu yapmaya bile gerek görmedim. Hatta tüm güzel kitapları okuduğum için hayıflanıyor, keşke bazı kitapları şimdi okuyor olsaydım diyordum. Kitap okurken satır aralarında kaybolmayı, okuduğum kitabın beni bazen başka dünyalara bazen de çok bildiğim bir hayata götürmesini özlemiştim.

    Sonra bir gün Armağan Çağlayan’ın bir programında bir siyasetçinin ağzından duydum Şükran Yiğit’i. Tam da siyasetle yatıp siyasetle kalktığımız, her kameradan her mikrofondan bir siyasinin çıkmasına alıştığımız, haber kanallarının siyaset yorumcularıyla dolup taştığı, “an”a bile hükmedemezken kimi insanların geleceğe hükmetme arzularıyla boğulduğumuz bir zamanda bir siyasinin ağzından bir yazar ismi duymak beni çocuk gibi sevindirdi.

    Hemen yazarın kitaplarını araştırmaya başladım. “Ankara, Mon Amour!” ile “Burası Radyo Şarampol” arasında kaldım ama Antalya’da yaşayan biri olarak Burası Radyo Şarampol kitabını seçtim.

    Çocukluğum Antalya’da geçmedi ama Filiz’in çocukluğunun geçtiği Antalya benim çocukluğumun geçtiği şehirle aynıydı. Belki ikimiz de deniz kenarında büyüdüğümüzdendir. Belki de o yıllar hepimiz aynıydık. Aynı kıyafetleri giyiyor, aynı mahalle okullarına gidiyorduk. Sevinçlerimiz de üzüntülerimiz de aynıydı. Toplumdaki kast sistemi bu kadar bariz değildi. Sınıfsal uçurumlar yoktu. Belki de ben Antalya’yı çok sevdiğim için hemen bağ kurdum kitapla aramda. Filiz’le Konyaaltı’nda denize girdim. Annesiyle Şarampol’deki evin sokak kapısının önünde oturdum. Mine’yle Memurevleri’ni, Işıklar Caddesi’ni dolaştım.

    Bir çocuğun gözünden başlayan yolculuğa o büyüdükçe ben de büyüyerek devam ettim. Kendi çocukluğumu düşündüm. Beş kardeşle büyüyen ben, tek çocuk olan Filiz’de buldum kendimi.  O büyüyüp Almanya’ya gitti. Ben aynı ülkede kaldım oysa. Yine bir kapana kısılmışlık hissi geldi boğazıma yapıştı. Sonra baktım, başka bir ülkeye giden Filiz de aynı kapana kısılmışlıkla, gittiği her yerde olmadığı yerin özlemiyle baş etmeye çalışıyor. Herkes böyle mi acaba? Hep gidilmeyen yolların hayaliyle mi yaşıyor insanlar? Yoksa bu konuda da mı azınlıktayız. :)

    Filiz 1980 Türkiyesi’nde lise yıllarındayken başladığı romanını 2019’larda sonlandırıyor. Bu süreçte yarım kalan aşkları,yarım kalan dostlukları, darbe yıllarının etkisini ( tam bir dönem kitabı olmadığı için darbe yıllarında yaşananlara odaklanmıyor ama günlük yaşama olan etkisini serpiştiriyor aralara), Berlin duvarının götürdüklerini ve yıkılışının getirdiklerini akıcı bir dille anlatıyor. Fonda ise daima bir müzik çalıyor. Bazen Neil Young bazen Communards… Benim tarzım değil ama dünyanın grunge müzikle coştuğu yıllar. Kitapta geçen müzikler bana uymasa da satır aralarına serpiştirilen kitaplar gönlümü kazanmaya yetti.

    Fakat kitabın sonlarına doğru bir hüzün kapladı içimi. Kitap ışıltısını kaybetti diye düşündüm önce. Sonra fark ettim ki hayat tam olarak bu.

    Çocukken yaşanan duyguların coşkunluğu, mutsuzluğun yakıcılığı, yürek sızıları yolun yarısından sonra önemini yitiriyor. Artık coşku yerini umursamazlığa bırakıyor. Aşk daha az mutlu ediyor. Hatta ayrılıklar da daha az mutsuz ediyor insanı.

    Filiz’in hayatına tanıklık ederken, bir tek Ali ile tekrar karşılaşmalarını çok istedim. Bu böyle bitemez dedim. Evet bazı aşklar yaşanır biter, bazı aşklar nefrete bile dönüşür. Ama bu olmamışlık hissi tamamlanmalı, bu birlikte olsalardı ne olurdu, hayat daha mı renkli olurdu sorusu mutlaka cevaplanmalıydı.

    Tamamlandı mı dersiniz? O kadarını da söylemeyeyim, siz okuyup anlayın. 2021 Attila İlhan roman ödülü almış bu kitabı da mutlaka okuyun. Yazarın dilini anlamanız açısından çok beğendiğim birkaç cümlesini de aşağıya bırakıyorum.

"İnsanın hep elinden alınan diğer yarısını aradığı, buluncaya kadar da huzur bulamadığını anlatan efsane gibi ben de sanki o yıllar boyunca hikayemin öbür yarısını aramıştım."

"Ne var ki Ella da ben de arkamızda bıraktığımızı, güzelliğini bozmadan içimizde taşımamızın tek yolunun ondan vazgeçmek olduğunu artık biliyorduk."

"Hayatımda; gerçek hayatımda bazı insanların zaman ve hacim olarak bu kadar az yer kaplamasına rağmen neden varlıklarını zihinsel hayatımda inatla sürdürdüklerini anlamaya çalışıyordum."

"Geçmişin çocukluk, geleceğin ise sadece bir bilinmezlik olduğu o boşlukta, ne çocuk ne de yetişkin olunan o on dört yaşın başıboşluğunda tek başıma ve her defasında daha büyük daireler çizerek evden okula, okuldan eve gidip geliyordum."