Bloğa yazı eklemeyince sanki kitap okumamış gibi
hissediyorum kendimi. Oysa bu süreçte dört kitabın editörlüğünü, birkaç kitabın
da son okumasını yaptım. Şimdi de elimde devam ettiğim iki kitap var. Yani
anlayacağınız Beyaz Fil Yayınları kitap dünyasına hızlı bir giriş yaptı.
Basılacak kitapların ardı arkası kesilmiyor. Bu arada kitap editörlüğü
zannettiğimden daha zormuş. Ama yine de bir kitabın basılmadan önceki hâlini
görmek, herkesten önce okumak çok zevkli. Hele bu kitaplar kendi yayınevinizin
bastığı kitaplarsa zevk bir kat daha artıyor.
Tek sıkıntım kitapları yayına hazırlarken başka kitaplara
daha az vakit kalması ve okuma süremin uzaması.
Akşam Yıldızı’nı bitirmem de bu yüzden normalden uzun sürdü.
İçinde bulunduğum durum yüzünden midir bilmem ama bu kitapta Pala’nın diğer
kitaplarındaki tadı yakalayamadım.
İlk zamanlar daha ağır kitaplar yazan Pala’nın zamanla dili
de sadeleşti, okunması daha kolay bir yazar hâline geldi. Oysa ben onun o ilk
kitaplarına ;Katre-i Matem’e, Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk’a hayran kalmıştım.
Akşam Yıldızı’na gelirsek;
Göbeklitepe’deki bir arkeoloğun sevgilisini bekleyip Akşam
Yıldızı ile konuşmasıyla başlayan hikâye çok çok eskilere götürüyor bizi. Eski
zamanlara yolculuk yapamadan önce Akşam Yıldızı ile ilgili ufacık bir bilgi
vereyim.
“Bir yıldız doğdu nur
ile
Âlemi yaktı nar ile
Küsüleyem ben yar ile
Niye doğdun sarı
yıldız, mavi yıldız
Evler yıkan, beller
büken
Kanım döken,
Kervankıran”
Türkülere konu olmuş yıldızımızın farklı isimleri var.
Güneşten önce doğduğu için sabahları Sabah Yıldızı; ufuk kızıllığını yansıttığı
için Sarı Yıldız; en parlak yıldız olduğu için Mavi Yıldız deniliyor. Kur’an’da
“Tarık” diye geçiyor. Eski Türkler Tan Yıldızı; Osmanlılar “Erte Yıldızı”
diyorlar. Yunan mitolojisindeki Afrodit oluyor aynı zamanda kendisi. Yani dişi
güzelliğinin sembolü: Venüs. Tüm bu bilgileri kitabın başındaki arkeologdan
öğreniyoruz. Sonra kitap bize 10 bin yıl öncesinin kapılarını açıyor.
Yani insanların avcı- toplayıcı olduğu o ilk dönemlere
gidiyoruz. Aslında geçmişi her zaman merak etmişimdir. İlk insanların nasıl yaşadıklarını,
nasıl topluluk haline geldiklerini ve en çok da neye inandıklarını… Ama Pala’nın
kitabı merakımı gidermedi, daha doğrusu merakımı kamçılamadı. Sadece aklıma
Pala’nın ön sözde yazdığı şeyler takıldı. Gerçekten de Göbeklitepe’de üç semâvi
dinden önce pagan fikirler varsa, bu semâvi dinler o fikirlerden türemiş
olabilir mi? Pala bunu savunanları eleştirmiş aslında ama benim aklıma
takılıverdi bu durum. Sahi dinler insanlar tarafından oluşturulmuş fikirlerse
eğer… Ama bu fikri kabul etmek istemiyorum. En azından bir “öteki taraf”
mutlaka olmalı. Yoksa yaşamın hiçbir anlamı kalmayacak benim için. Yaşanan adaletsizlikler, kötülükler, hep
kötülerin yanına kâr kalacak… Sanırım ben, “boynuzsuz koyun, boynuzludan
hakkını alacak” düsturunu hayat felsefem yapmışım. Zaten Pala da Göbeklitepe’de
tek tanrılı inancın hüküm sürdüğünü anlatıyor da biraz rahatlıyorum. 😊
Kitaba devam edersek; insanlar oba halinde yaşıyorlar, her
obanın bir reisi var ve hayatlarını avcılık ile devam ettiriyorlar. Oba’nın en
güzel kızı olan Çira’nın saçı, kaşı bembeyaz olan bir oğlu olur. Ve inançları
gereği çocuğu kurban etmek isterler. Çünkü çocuğun lanetli olduğu düşünülür.
Kurban töreni başladığı sırada büyük bir fırtına kopar, yer yerinden oynar -yani
buzul çağın sona ermesi – herkes ölür. Geriye Sarıca, Çira ve oğlu kalır.
Bu üçlü, bir hayatta kalma mücadelesine başlar. Bebeği
doyurmak için hayvanlardan süt sağarlar, tuzu keşfederler… Ve bir sabah daha
ilkel olan başka bir obadan sağ kalanlar Çira ve bebeğini kaçırırlar. Bundan
sonrası bir arayış romanına dönüşür. Sarıca, Çira’yı ararken bir yandan da
babasının öğretilerini, haberciyi, öğreteni arar. Dini bir arayış içine
girer. Çok uzun yıllar Çira’yı arar. Ve
bir gün yolu Göbektepe’ye ( kitapta geçtiği hali bu) yolu düşer. Burada gizemli bir “Mande” yle
tanışır. Bu Mande kimdir? Sarıca, Çira’yı bulabilecek midir? Ve lanetli olduğu
düşünülen bebek, büyüdüğünde nasıl bir insan hâline gelecektir?
Tabii kitapta sadece bu soruların cevabını bulmuyoruz. Zaten
bu sorulardan en önemlisinin cevabı da biraz havada kalıyor. Peki ne buluyoruz
kitapta?
Şaman inancını, dinler tarihini, yerleşik hayata nasıl
geçildiğini, avcı-çiftçi ilişkisini, buzul çağının nasıl sona erdiğini, mangala
ve satranç gibi zekâ oyunlarını, Göbeklitepe’nin mimarisini, adının nereden geldiğini aktarıyor bize
yazar. Yani yine diyor ki, ben araştırdım, çalıştım, bu kitabın içi dolu.
Yine de kitapta içime sinmeyen bir şeyler var. Sarıca’nın, Çira’yı ararken Mecnun karakterine aşırı benzetilmesi mi, baştaki arkeoloğun kitapta
sadece bazı bilgileri vermek için koyulmuş gibi görünmesi mi, kitabın sonunun
öyle havada asılı kalması mı bilemiyorum.
Yazarı çok sevdiğim hâlde, benim için süper bir kitaptı
diyemedim maalesef. Okuyup kendiniz karar verin en iyisi… Okuyanlar fikirlerini
paylaşırsa sevinirim tabii. 😊