Bir önceki yazımda insanlık olarak bir arpa boyu yol
alabildik mi demiştim ama teknolojik açıdan bakarsak, doğru kullanıldığında
hayatımızı kolaylaştıran, kişisel gelişimimize katkı sağlayan internet çağındayız.
Mesela karşımıza bir kelime çıkıyor, hemen google bize yardım ediyor. Kelimenin
kökeni nedir, hangi anlamlara gelmektedir, örnek cümleler ile birlikte bize istemediğimiz
kadar bilgi sunuyor internet alemi. Tembelleşiyor muyuz yoksa, diye sorup bir
kısır döngüye girmeden, ben de bu çağın nimetlerinden faydalanıp “hiyel”
kelimesinin benim bildiğim anlamı dışındakileri internetten araştırdım.
Ben, hiyeli El-Cezeri ’nin Kitab-ül Hiyel adlı eserinden
biliyordum. Yani makine bilgisi, mekanik teknolojisi anlamını. Oysa bir de
hilenin çoğulu oluyormuş. Sahtekarlıklar, aldatmacalar anlamına geliyormuş.
İhsan Oktay bu iki anlamı da kullanarak kitaba bu ismi vermiştir diye tahmin
ediyorum. Zira kendisinin oldukça ironik bir tarzı var.
İronik yazarımızın kitabını incelemeye geçmeden önce de kimdir
bu El –Cezeri bilmekte fayda var.
1153 yılında Cizre’de
doğan, ismini yaşadığı şehirden alan Cezeri, sibernetiğin babası olarak kabul ediliyor.
Artuklu Sarayı’nda başmühendis olarak görev yapan Cezeri’ nin kaleme aldığı
Kitab-ül Hiyel adlı eserinde birçok makine yer alır. Zamanın harikası lakaplı
Cezeri, bilgisayarın temelini atmış bir bilgin ve robotlar, saatler, su makineleri, şifreli
kilitler, şifreli kasalar, otomatik çocuk oyuncakları gibi 60 makinenin
mucididir.
Cezeri ’nin kitabındaki makinelerin çalıştığını göstermek
için kurulmuş bir sergi de var: Cezeri ’nin
Olağanüstü Makineleri Sergisi. Hatta Fatih Altaylı bununla ilgili bir
program yaparak Cezeri ’den haberdar olmayan birçok kişinin dikkatini de
çekmeyi başarmıştır.
Şimdi biz gelelim İhsan Oktay’ın Kİtab-ül Hiyel’ine:
Kitabın tam adı Kitab-ül
Hiyel Eski Zaman Mucitlerinin İnanılmaz Hayat Öyküleri.
3 bölümden oluşuyor.
1.Bölüm:
Genç bir delikanlı iken “kılınç” dövme sanatına heves edip,
demirciler çarşısında çırak olarak işe başlayan Yafes Çelebi’nin yaptığı tuhaf
silahla başlıyor maceramız. Hasmına kendini savunma imkânı bırakmayan bu silah
yüzünden mesleğinden olan ama daha önce yapılmamış, akıllara durgunluk veren
tasarılara devam eden Yafes, mesleğinden men edildikten sonra meyhanelerde
geçirir vaktinin çoğunu. Bu sırada El-Cezeri’nin kitabına da sahip olur.
Yafes Çelebi, tasarladığı makineleri padişaha sunmak ister.
Bunun için de ihtira beratı yani bir nevi patent alması gerekmektedir. İhtira
beratına onay verecek kişi de yabancı değil, diğer kitaplardan da tanıdığımız
Uzun İhsan Efendi’dir. (Uzun İhsan Efendi’nin her kitapta karşımıza çıkması
hoşuma gidiyor açıkçası, hikâyelerdeki mekân, zaman ne olursa olsun, gözlerimi
kapatınca Uzun İhsan Efendi, İhsan Oktay Anar olarak canlanıyor zihnimde.
Yazarın, yarattığı hikâyelere Uzun İhsan Efendi olarak dâhil olduğunu düşünmek
keyif verici. )
Büyük İskender’in iktidar taşını vaktiyle bulduğu ve
kaybettiği yerde ( ki bu cümle sık sık tekrarlanıyor) ihtira beratını nasıl
alacağını düşünen Yafes, Uzun İhsan Efendi’nin hiç büyümeyecek hep çocuk
kalacak olan, demiri bir hamurmuş gibi eğip bükebilen oğlu Davut’u kaçırır. Bu
yolla da istediğini elde edemeyen Yafes, bir denizaltı yaparak, saltanat
kayığının karşısında denizden çıkıp
padişahı etkilemeye karar verir.
Yaptığı tahtelbahirin içinde sıkışınca iktidar hırsına ne kadar yenik
düştüğünü anlayan Yafes’in yerini kölesi Calud alır.
2.Bölüm
Kitabın birinci kısmının sonlarına doğru hikâyeye dâhil olan
Calud ikinci kısmın başkahramanı olur. Yafes’in kölesi olarak başlayan hikâyesi
iktidar hırsının ona da bulaşmasıyla devam eder. Calud’a göre iktidarı elde
etmenin tek yolu, iktidar taşıyla çalışan devri daim makinesini yapmaktır. Bir
yandan ilk gecede hamile bıraktığı eşlerinden doğan ölü çocukları, bahçedeki
kuyuya atarken, bir yandan da devri daim makinesiyle tabiattan alacağı öç
fikrini büyütür zihninde.
Yafes’in kaçırdığı hep çocuk kalacak olan Davut’a yaptığı
işkenceleri düşününce, hak ettiği bir şekilde ölmüş ama ölmeden önce aklındaki
fikri yaşatacak bir çırak bulduğu için içi rahat kapanmıştır gözleri Calud’un.
Bu çırak 3.bölümün kahramanı Üzeyir’dir.
3.Bölüm
Sokaklarda başıboş gezen çocukların İstanbul Sanayi Mektebi’ne
alınmasıyla Üzeyir ve Calud’un yolları kesişir. Mektepteki inanılmaz başarısı
arkadaşlarından işkence görmesine neden olunca, Calud’un onu yanına alması
kurtuluş gibi gelir Üzeyir’e ama yanılıyordur. Calud, aklındaki fikri kendi
öldükten sonra yaşatması için önce Üzeyir’in tüm benliğini yok eder. Bambaşka
bir kimliğe bürünen, hayatında hiç dışarı çıkmamış olan Üzeyir, Calud öldükten
sonra, devri daim makinesinin sırrını çözmek için girdiği bahçedeki kuyudan
kendi kişiliğini kendi yaratarak çıkar.
Kitabın son kısmında yine Uzun İhsan Efendi devreye girer.
Tabi burada okur bir zaman problemiyle karşı karşıya kalır ama yazarı
tanıyanlar bilir ki İhsan Oktay zamanla da oynamayı sever. O yüzden 3.Selim
zamanında yaşayan birinin Sultan Abdülhamit zamanında da yaşıyor olması hata
değil yazarın bilinçli oyunlarından biridir.
Kitabın en sevdiğim bölümü ise, son kısımda Uzun İhsan’ın
evinde yapılan “tahayyül müsabakası “ oldu. Anlatılan kör hikâyelerini ayrı bir
zevkle okudum. İtiraf etmem gerekirse her kitabında ayrı bir mesleğe bürünen
İhsan Oktay bu kitapta mühendis olduğu için, makineleri en ince ayrıntısına
kadar anlattığı yerler ise biraz sıktı beni.
Kitabı genel olarak değerlendirirsem; özünü,
“Tamburlu
kıraathanesine geldiği gün, onun kendinden emin ve kurumlu halini görenler,
ister demirden bir piştov olsun, ister etten ve kemikten dev gibi bir köle
olsun, sahip olduğu bir güç kaynağının insanı nasıl değiştireceğini oracıkta
anlamışlardı.” cümleleriyle ifade edebileceğimiz kitap, kullanılan dil,
dine yapılan atıflar, zamanda oynamalarla tam bir İhsan Oktay klasiği. Her kitabını
keyifle okuduğum yazar umarım yakında yeni bir kitap çıkarır. İyi okumalar.
Not: Sosyaledebiyat Dergisi'ndeki hikayemin linkini veriyorum. (Dergi kuralları gereği , hikayeyi burada paylaşamıyorum.) Bakalım blogumu takip edenler, hikayemi nasıl bulacak.