30 Mayıs 2019 Perşembe

Yılanı Öldürseler - Yaşar Kemal


Yaşar Kemal kitabı yazalı 40 yıl geçmiş ama bir arpa boyu yol alabilmiş miyiz bilmiyorum. Aslında geleceğe dair çok karamsar düşüncelere sahip biri değilim. Daima hep daha iyiye gittiğimize ya da en azından geçmişin bu zamandan daha iyi olmadığına inanırım.( Bu düşüncelerim siyasi ya da ekonomik değil, tamamen “insan olabilme” ile ilgili. )

Ama son zamanlarda yaşanan olayları düşününce istemsiz bir şekilde geçmişin özlemini çekiyorum. Çocukluğumu hatırlıyorum. Hava kararıncaya kadar sokakta oynadığımız, anne-babalarımızın bazen nerede olduğumuzu merak bile etmediği zamanlar geliyor aklıma. Yazık, kızım çocukluğunu hiç böyle hatırlayamayacak. Muhtemelen annem ve babam beni parka götürüp başımda nöbet tutarlardı diyecek.  Peki insanlık ne ara çocuklara zarar veren, minicik bedenlerden şehvet duyan bir hale geldi de , çocuklarını cam fanusta yaşatma arzusuyla yandı yürekler.

Hep vardı da , şimdi medya mı gözümüzü açtı? Tüm dünya bir tık ötemizde diye mi her türlü pislikten haberimiz oluyor? Geçmişte de mi kötü niyetlilere kurban gidiyordu çocuklar, kendisinden ayrılmak isteyen kadını öldürüyor muydu evrimini tamamlayamamış insan müsveddeleri. Bu sorular bitmez ama bu erkek egemen dünya, bu ataerkil toplum hiç mi değişmeyecek?

Yaşar Kemal 1976 ‘da yazdığı “Yılanı Öldürseler” kitabıyla işte bu ataerkil yapıyı ilmek ilmek olay örgüsüne eklemiş.  Ben bu kitapla Marquez’in Kırmızı Pazartesi kitabını çok benzettim. Tabi Marquez’in kitabını , Yılanı Öldürseler kitabından 5 yıl sonra yazdığını belirtmeden geçmeyeyim. İki kitapta da olay baştan bellidir. Sonu,  başından belli olan bir kitabı okutabilmek de Yaşar Kemal ve Marquez gibi ustaların işi zaten. Marquez işleneceği herkes tarafından bilinen bir cinayetin önlenememesini konu edinir. Ana sorun yine bacak arası ahlak anlayışıdır. Yaşar Kemal de töre cinayetine kurban gideceği belli olan, üstelik 9 yaşındaki oğlu tarafından öldürülecek olan, Esme’nin kara yazısını anlatır. Esme’nin yazısı karadır ama o kadar güzeldir ki cemali… Allah’ın bin yılda bir yarattığı bu güzelliği öldürmeye kimse yanaşmaz. Gören aşık olur, eli titrer, tetiği çekemez. Halil’in zorla sahip olduğu bu güzelliğin gönlünde başka biri vardır aslında: Abbas.

Abbas bir gece, Esme’nin kocası Halil’i öldürünce, önce Halil’in ailesi sonra tüm köy çalkalanmaya başlar. Söz döner dolaşır Halil’in kanlısının Esme olduğuna varır. Ve ne acıdır ki, tüm bu söylentileri körükleyen, Hasan’ı katil yapan da bir kadındır. Hasan’ın babaannesidir. Babaanne karakteri kitapta ataerkil yapının vücut bulmuş halidir. Yaşar Kemal satır aralarında çok doğu bir düşünceyi yayar aslında. Ataerkil yapının tüm suçlusu biz kadınlarız. Oğullarını dünyanın merkezine koyan kadınlar. Kendi kadınlıklarını unutup, oğullarını kızlarından hep önde tutan kadınlar. Oğullarına davullu zurnalı sünnet düğünü yapıp, küçücük beyinlerine organlarının ne kadar önemli olduğu mesajını yerleştiren kadınlar. Babaannesi de Hasan’ın beynine öyle zehirli  fikirler yerleştirir ki artık Hasan annesini öldürmekten başka çaresi kalmadığına inanır.  Bu arada kitabın bazı bölümleri tekrara düşme gibi algılanabilir ama tüm bunlar aynı cümlelerin Hasan’ın beyninde nasıl yankılandığını okurun iyice anlaması için yapılmış bilinçli bir davranış bence. 

Kitabın diliyle ilgili ise bir şey söylemeye gerek var mı bilemem. Yaşar Kemal sonuçta. Tasvir ustası, gözüyle kartal avlayan bir yazar o. Bu kitabında da Çukurova’yı resmediyor adeta. Resmeden sadece o değil. Kitabın içinde Abidin Dino’nun çizimleri de var. Onlar da ayrı bir tat katmış kitaba.

Eğer daha önce Yaşar Kemal okumadıysanız, bu kitabıyla başlayabilirsiniz. Yazarın diline, üslubuna alıştıktan sonra diğer kitapları çorap söküğü gibi gelecektir zaten.  Kitapla
ilgili hoşuma gitmeyen tek şey ise son iki paragraf oldu. Okuyunca bakalım siz de benim gibi düşünecek misiniz?

Son olarak; Yılanı Öldürseler 1981 yılında Türkan Şoray tarafından sinemaya uyarlanmış. Türkan Şoray hem filmin yönetmenliğini yapmış hem de başrolde oynamış. Müziklerini Zülfü Livaneli’nin yaptığı filmi de mutlaka izleyin. 

Bir sonraki kitap yorumunda görüşmek üzere.

23 Mayıs 2019 Perşembe

Kör Baykuş - Sadık Hidayet

Her sayfası afyon kokan , başı sonu belli olmayan, karakterlerin birbirine dönüştüğü, 88 sayfalık oku oku bitmeyen bir kitap Kör Baykuş.

Kalemdanlar yapıp boyayan kahramanımızın ağzından yazılan kitap, kahramanımızın odasındaki bir oyuktan dışarıdaki bir kadınla bir ihtiyarı görmesiyle başlar.Günlerce gördüğü siluetin hayaliyle yanarken, bir gece kadını karşısında bulur. Kadın onun evine girer, yatağına yatar ve sonra ölür. Kahramanımız ölünün resmini yapmayı da ihmal etmez ama gözlerini bir türlü çizemez ancak cansız bedenin bir anlık gözlerini açmasıyla gözleri kağıda geçirebilir. Gözleri resmettikten sonra artık onun bedenine ihtiyacı da kalmamıştır. Bedeni parçalar , bir bavula koyar ve gömer. Uzun süren sayıklama sayfalarından sonra ise kahramanımız karısından bahsetmeye başlar. Karısı yani süt kardeşiyle nasıl evlenmek zorunda kaldığını, ona olan aşkından nasıl yataklara düştüğünü ama karısının bir kez bile ona yüz vermediğini anlatır. Bu arada karısından sürekli "kahpe" diye bahseder. Karısının birçok aşığı olduğunu ve sefil adamlarla onu aldattığına inanır. Ama tabi bu olaylar cinayetten önce mi sonra mı bilinmiyor. Hatta gerçekten bir kadını kesip gömmüş müdür belli değil. Çünkü kitap aslında bir sayıklamalar yumağı. Geçmiş ve gelecek birbirine karışmış şekilde. Kitaptaki tüm anlatılanları bir afyon perdesinin* arkasından izliyoruz.

Odadaki oyuktan gördüğü ihtiyar , insanın içini ürperten kahkahasıyla farklı rollerde karşımıza çıkıyor. Aslına bakarsanız tüm karakterler tek bir kişiden ibaret, sonunda herkes birbirine dönüşüyor. Kitabı için "özenle hesaplanmış, net ve bilinçli etkilerle dolu, her sayfası bir partisyon gibi düzenlenmiş" der Sadık Hidayet. Kahramanımızın, ihtiyarın boynunda gördüğü şalın, dönüp dolaşıp tüm karakterlerin boynunda peyda olmasını, herkesin tek kişiye dönüşmesini( bu öyle apaçık bir dönüşüm değil tabi, satır aralarından anlaşılan bir durum) düşünürsek , haksız da değil söylediklerinde.

 Kitabın sarmal yapısı yüzünden de biraz başımız dönüyor açıkçası. Üstelik cümleler o kadar olumsuz ki, okurken insanın yüreğine taş gibi oturuyor mübarek. Peki kahramanımızı bu kadar karamsar yapan nedir? Sadece bir aşk acısı mı? Bence kahramanımızın ( aynı zamanda yazarımızın da) ruhu kötümser. Hayır kötü biri değil, sadece dünya nimetlerinin zevkine varamayan, fazlasıyla iç karartıcı. Bunca karanlık bir karakteri yazmak için de az biraz karamsar olmak gerekir diyerek yazar hakkında bilgi edinmek istedim. Bu kitaptan önce Sadık Hidayet'i tanımıyordum. Neyse ki kitabın sonunda yazarın arkadaşı Bozorg Alevi kitapta anlatılanlara bakıp da Sadık Hidayet'i yanlış anlamayalım diye yazarın biyografisini yazmış. Demiş ki;

"...Romanında bir kadını koyun gibi boğazlatan bir yazarın , kendi özel hayatında çok hayırsever bir insan olduğunu ve değil bir insandan, bir hayvandan bile kan akıtılmasına bakamadığını bilmek, önemli değil midir? Çocukluğunda bir kere bir bayramda kurban kesilmesini görmüştü, o günden sonra artık hiç et yiyemedi, ölümüne kadar et koymadı ağzına. Bir seferinde, farkında olmadan, kıymalı bir börekten bir parça ısırmış, midesi bulanmış, çıkarmıştı; ben gördüm."

Tabi arkadaşı bunları yazarken ne kadar objektif davranmış bilemeyiz. Kitabın içerdiği şiddete bakarak yazar hakkında net bir yargıya varamasak da, Paris'te günlerce hava gazlı bir ev arayıp, bulduktan sonra da gaz musluğunu açıp intihar etmesinden yola çıkarak epey depresif biri olduğunu söyleyebiliriz.

Kitap 1936'da Bombay' da yayımlanmış. Hatta Sadık Hidayet kitabına İran'da yasaklanmıştır ibaresi koydurmuş. Yasaklanacağının bilincindeymiş yani. Sanırım kitap İran'da hala yasak. İran'da yasaklanmasında şu sözler de etkili olmuştur:

"Tanrı gerçekten var mı, yoksa kutsal imtiyazlarının korunmasını gözeten bu yeryüzü güçlüleri tarafından , vatandaşlarını daha rahat sömürebilmek için, kendi tasarılarına göre mi yaratılmıştır; yeryüzünün gökyüzüne bir yansıması mıdır; bu gibi şeyleri artık umursamıyor, ben yalnız sabaha çıkıp çıkmayacağımı bilmek istiyordum."

" ...Çünkü ben Tanrı' yla , Yüce Varlık'la değil, sevdiğim tanıdığım birisiyle konuşmaktan hoşlanıyordum. Çünkü benim çok yükseğimdeydi Tanrı."

 Neyse ki kitap bizde yasaklı değil ve Behçet Necatigil çevirisiyle okuma lüksüne sahibiz. Kitabın başında Behçet Necatigil'in "Türkçede Çağdaş İran Edebiyatı ve Doğumunun 75.Yılında Sadık Hidayet" adlı bir yazısı da mevcut.

Kitap her ne kadar karamsarlık ötesi bir kitap da olsa , tekrar okuyacağım kitaplar listesine ekledim. Sizin de okumanızı (yaşınız müsaitse) tavsiye ederim.

Kitabın sonundaki biyografide Bozorg Alevi, Hayyam'dan örnekler vermiş. Bu vesileyle bir Hayyam rubaisi bırakayım şuraya, zira kendisiyle sıkı bir gönül bağım vardır.

Varlığın sırları saklı senden, benden,
Bir düğüm ki ne sen çözebilirsin , ne ben,
Bizimki perde arkasında dedi-kodu
Bir indi mi perde, ne sen kalırsın, ne ben.



*Bu kitabın afyonu özendirmesi ve şimdi benim buraya yazmayacağım kitaptaki  bazı "yaklaşımlar" nedeniyle belli bir yaşın altındaki okurlar için sakıncalı buluyorum.