Kalan nefesini, kalbinin
intikamını almaya adamış bir kadınla yola çıkan, üç kadının hikayesi
bu.Tunus’ta başlayan hikaye bizi, Libya, Mısır ve Lübnan’ a kadar götürüyor.Ve
her hüzünlü hikaye gibi başladığı yerde bitiyor.
Yol hikayelerini seviyorum.Çünkü
yol karşımıza bambaşka insanlar çıkarabilir, hiç başımıza gelmez dediğimiz
olayları yaşatabilir bize.Yazarımız da bu konuda çok cömert davranmış.Hatta
gereğinden fazla cömert…
Karakterler zaten başlarına her
an her şey gelebilecek tipler.
Amira; dansöz,aynı zamanda
ülkeden ülkeye sırlar taşıyan bir aktivist.
Maryam; ülkesinde yaşanan
olaylara kayıtsız kalmayıp günlerce Tahrir Meydanı’ nda yatıp kalkmış bir
akademisyen.
Hikayeyi anlatan kişi ise; Türkiye’de
bütün gazetecileri içeri attıkları için ülkesine dönemeyen bir Türk kadın
gazeteci.
Ve Madam Lilla…Orta yaşını
geçtiği şu yıllarda geçmişin intikamını almadan ölmek istemeyen,kalbi fena halde
kırılmış bir süper varlık. :) Madam Lilla’ yı
bir türlü zihnimde netleştiremedim.Sanki hikaye başlarken yaşlıydı ama sonra
gençleşti.Hatta bir ara gözümde, çölde uçan tekmeler atan bir Amerikan film
yıldızı bile canlandı. Sonra lacivert ipekliler içindeki yaşlı bir kadına döndü
yine.
Yazarımızın karakterlere
yüklediği bu anlamsızca çarpıcı özellikleri kaldırıp ruhlarına bakabildiğimiz
zaman ise anlıyoruz ki kadınlar hep yaralı.Hikayeleri farklı ama yaraları hep
aynı.Ve bu kitap bize kadınların nasıl sevileceğini değil,o yaraları kanata
kanata içlerindeki tanrıçayı nasıl ortaya çıkaracaklarını öğretiyor.Yaraların
bir kadını ne kadar güçlü kılabileceğini de görüyoruz.Ama bazıları içindeki
tanrıçanın katili olurken, bazıları yeniden küllerinden doğabiliyor.Tabi Anka
kuşu olabilmenin de şartları var yazarımıza göre.
Bir;asla yapmadığınız bir şey için özür dilemeyin.
İki; kendinizi gereğinden fazla açıklamayın.
Üç; asla başarılarınızı hafife almayın.
Dört; hiçbir zaman lafa ”yanlış düşünüyor olabilirim ama…”
diye başlamayın
Beş; istemediğiniz sorulara asla cevap vermeyin
Altı; hayır demekten kaçınmayın.
Sanırım kitapta en çok bu tanrıça
olabilme kurallarını sevdim. Bir de “erkek gibi kadın” modelinin aslında
övünülecek bir durum olmadığının çok güzel anlatılmasını…Ama bunları anlatmak
için 471 sayfaya gerek yoktu bence. Kitabın yarısı maalesef sayfa sayısını
arttırmak için yazılmış gibi. Bir gazetecinin yazdığı çok belli. Her bölümde
önce o bölümün sonuyla ilgili kısa bir bilgi verip başa dönüyor(Aslında
kullandığı tekniği başta çok başarılı bir şekilde oturtmuşken-ki bir çok okur
bu zaman gel-gitlerini sevmez ama ben zihnimi diri tutan yazım tekniklerini
seviyorum-sonlara doğru bozmuş.Bu dönüşleri yaparken “aslında olaylar şöyle
gelişmişti,zira olaylar şu şekilde cereyan etmişti” cümleleriyle tekniğin
cazibesini azaltmış)
Etkisi sonlara doğru azalsa da
her bölümde bu sona nasıl ulaşıldığını merak etmeden duramıyorsunuz.
Eee, bir
gazeteci okurun ilgisini çekmeyi bilmeli değil mi?Ama romanlar gazete haberleri
gibi değildir. Roman okuru da gazete okuru gibi değildir. Sadece merak
duygusuyla ancak cinayet romanları okunur. Edebi eserlerin ise kendine has bir nahifliği
olur.Maalesef bu kitapta o nahifliği bulamadım. Hiç olmazsa bizi teşbihe
boğacağına birkaç değişik söz sanatı kullansaydı, bir nebze eleştirilerimi
hafifletebilirdim. Sözün özü;içinde çok iddialı cümleler olsa da ve hayat dersi
niteliğindeki bu cümleler çok hoşuma gitse de,
( Tanrılar kendi
hikayelerini yazanları eşitleri gibi severler.Haşin ve şefkatsiz.
Pek nadiren bir erkek
çıkar,bir kadının nefesiyle var ettiği aleme sadece hayret etmekle mesul olduğunu
anlar.
Ülke dediğimiz bir
hayal.Hayal kırılınca hepimiz,başkentin tam ortasında dursak bile,birer
mülteciyiz.) gibi.
Maalesef geçer not alamadı
benden.
Okuyacak
olanlara naçizane bir öneri; okurken muhakkak Ümmü Gülsüm’den Inta Omri’yi
dinleyin,pişman olmazsınız.