6 Kasım 2019 Çarşamba

Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat - Stefan Zweig



Zweig hayranlığı gün geçtikçe artıyor ve artık neredeyse her platformda kitaplarını görebiliyoruz. Bunun bir sebebi Zweig’in başarısıysa diğer bir nedeni kitaplarının “novella” türünde olması. Yani öyküden uzun ama romandan kısa, bir iki günde bitirilebilecek kitaplar. Bu kitabı da diğer novellaları gibi iki günde bitirebilirsiniz.
Kitapta Henriette adında evli ve iki çocuklu bir kadının sadece bir gece gördüğü bir adamla kaçması üzerine, Bayan C.’nin hayatında kimseye bahsetmediği bir sırrı paylaşması anlatılıyor.

Henriette adını okur okumaz aklıma çok sevdiğim, tekrar tekrar okumaktan bıkmadığım “Vadideki Zambak” geldi. O kitapta Henriette sevdiği adama kavuşamamıştı ama Zweig’in kitabındaki Henriette, kocasını ve çocuklarını terk edip birkaç saat gördüğü bir adam için duygularının, ihtiraslarının belki de yanlışlarının peşinden gidiyor.

Hangisi doğruydu peki? Balzac’ın Henriette’si gibi yıllarca bir sevdaya emek verip karşılığında, sevdiğin adamın seni ruhen öldürmesine izin verecek hale gelmek mi ( ki ruhu ölünce bedeni de dayanamıyordu Henriette’nin) yoksa her şeyi göze alıp, mutlu olmadığın bir hayatın prangasıyla yaşamaktansa içindeki ateşin- ki o ateşin seni ısıtacağı mı kül edeceği mi bilinmezken- peşinden gitmek mi?

Bilemiyorum…
Hangisi daha doğru?
Bir ömür yaptığın şeyler için pişman olmak mı?
Bir ömür yapmadığın şeyler için pişman olmak mı?

Neyse kitabın asıl meselesi Henriette değil zaten. Bu olay asıl anlatılacak olana zemin hazırlıyor sadece.  Henriette böyle bir gecede kaçınca orada bulunan herkes bu olayla ilgili yorumlarda bulunuyor. Herkes acımasızca Henriette’yi suçluyor.

Bir kişi hariç.

Olayı Henriette açısından bakmaya çalışan birinin varlığı Bayan C.’ye uzun yıllar önce yaşadığı, kimselere anlatamadığı bir sırrı artık paylaşma cesareti verir. Ve Henriette’ye hak veren adama yani yazara başından geçenleri anlatır.

Kendinden genç, sadece oyun (kumar) oynarken gördüğü bir adama karşı beslediği hissin, merhametin nasıl aşka dönüştüğünü, yaşanılan 24 saatin sonunda her şeyini bırakıp, kumar masasında sadece ellerine bakıp hayran olduğu adamın peşinden nasıl gittiğini anlatır. Onu hayran bırakan ellerinin güzelliği değildir, Zweig burada adamın ellerini öyle bir anlatıyor ki o eller adamdan ayrı canlı iki varlığa dönüşüyor adeta. O anlatımla o ellerden etkilenmemek mümkün değil zaten.

Aslında kitabı bir kadının yaşamından yirmi dört saat olarak değil de bir insanın yaşamından yirmi dört saat olarak incelemeliyiz. Çünkü aynı duyguları bir erkeğin de hissedebileceğini, aynı tepkileri bir erkeğin de verebileceğini düşünüyorum. Yani kısaca bir insan bazen hiç sebepsiz, hayatında daha önce hiç yapmadığı şeyleri yapabilir. Hatta karşı olduğu, asla onaylamadığı durumların içinde bulabilir kendini. Bunun kadın ya da erkek olmakla bir ilgisi yok bence.

Siz hiç bile bile yanlış yola girmediniz mi mesela? Aklınızın bir köşesinde doğruyu bağıran bir ses varken, yüreğinizin o sıcacık fısıldamalarına kulak vermediniz mi hiç? Geçmişe dönüp baktığınızda nasıl bu hatayı yaptım ben dediğiniz andaki duygularınızı hatırlamaya çalışın. Yaptığınız yanlışlardan yanınıza kâr kalan hiç mi bir şey yok? İyi düşünün mutlaka vardır.

Kitaba dönersek, Henriette’nin sonunu bilmiyorum ama Bayan C.’nin sonu bizi yine baştaki soruya götürüyor.  Değer mi?

Değdi diyebileceğiniz yanlışlarınızın olması dileğiyle.


Not: Şu an “Gör Beni” kitabını okuyorum ama henüz kargoda olan, elime ulaşmasını dört gözle beklediğim başka bir kitabı daha önce yazacağım blogda büyük ihtimalle. Bilin bakalım hangi kitap?



3 yorum:

  1. Çok güzel bir tanıtım olmuş, sanırım Batı toplumlarında bahsettiğiniz olaylar fazlası ile yaşanmaktadır. Çok teşekkürler.

    YanıtlaSil
  2. Evet, cazip geliyor insana :)

    YanıtlaSil